Allah Dostları, Evliyalar | 11 Allah Dostu ve Hayatı

Dini Haberler 09.03.2025 - 14:22, Güncelleme: 09.03.2025 - 14:22
 

Allah Dostları, Evliyalar | 11 Allah Dostu ve Hayatı

Kur'an'da "Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de." ayetinde "Allah dostları" olarak geçen, "bütün sözleri, işleri ve ahlâkı, İslam dîninin bildirdiği gibi olan, Allah'ın ve peygamber'in kendilerini sevdiğine inanılan kimselere veli ve bunun çoğulu olarak evliyâ denir.
Büyük Evliyalar | 11 (ONBİR) Büyük Allah Dostu  İslam tarihi boyunca Müslümanlar, evliyaların ve onların kerametlerine şahit olmuşlardır. Son zamanlarda birçok kişi tarafından kabul edilmese de İslam tarihi boyunca yaşayan ve kerametlerini gösteren evliyaların varlığı ve kerametlerinin ehl-i sünnet tarafından kabul edilmiş olduğu unutulmamalıdır. Allah dostu evliyaların hayatları ve hayattayken Müslümanlara kattıkları unutulmamalı, her Müslüman tarafından araştırılarak bilgi sahibi olunmalıdır. Özellikle 5 büyük evliya olarak kabul edilen evliyaların hayatları her Müslümanın hayatında bir yol gösterici olarak araştırılmalı ve ders alınmalıdır. Evliya Ne Demek? Arapça olan evliya kelimesi aslında veli kelimesinin çoğuludur. Veli kelimesi ise sözlüğe bakıldığında “ Allah dostu” anlamında kullanılan tasavvufi bir terimdir. Kur'an'da "Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de." ayetinde "Allah dostları" olarak geçen, "bütün sözleri, işleri ve ahlâkı, İslam dîninin bildirdiği gibi olan, Allah'ın ve peygamber'in kendilerini sevdiğine inanılan kimselere veli ve bunun çoğulu olarak evliyâ denir. İslam sancağını taşıma gibi mukaddes bir kazanıma nail olan Anadolu evliyaları, manevi ve zahiri anlamdaki görevlerini layıkıyla yerine getirmiş ve o sancağı gelecek nesillere ulaştırmıştır. Bu vesileyle de, İslamın ve o şerefli sancağın yeni mihmandarları her dönemde zuhur etmiştir. Etmeye de devam edecektir. Allah’ın (C.C.) nuru kıyamete kadar sönmeyecektir. Öyle ki; yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim (Tevbe-119)’de Allah (C.C.) şöyle buyurmaktadır: ”Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve ‘SADIKLARLA‘ beraber olun.” Bu anlamda tüm ömrünü ve hayatını hak yoluna adayan, İslam sancağını taşıma ve taşıtma şerefine mazhar olmuş tüm Allah dostlarına selam olsun. Yazımızda ise İslamiyet’te en çok merak edilen ve araştırılan sorulardan biri olan evliya nedir ve 11 büyük evliya kimdir sorusuna detaylı cevaplar vermeye çalışacağız. İşte O 11 (ONBİR) Büyük Evliya; 1- Uveys El (Veysel Karani) Karan (K.S.A.) Anadolu’da halk arasında Veysel Karani olarak bilinen Üveys el-Karanî hazretleri, Peygamber Efendimizin zamanında yaşamış en önemli evliyalardan biridir. Doğum tarihi kesin bilinmemekle birlikte Hicri 37 yılında vefat etmiştir. Peygamber Efendimiz hayatta iken Müslüman olan Veysel Karani Hazretleri, her ne kadar istese de kendisini görmeye nail olamamıştır. Ancak Peygamber Efendimiz kendisi ile ilgili “ "Üveys Karnî, ihsan ve iyilikte Tabiîn'in hayırlısıdır.” buyurmuşlardır. Ayrıca Peygamber Efendimiz Veysel Karani Hazretlerinin yaşadığı Yemen tarafına dönerek zaman zaman "Yemen tarafından rahmet rüzgârı estiğini duyuyorum" buyurmuşlardır. Ayrıca Veysel Karani Hazretlerine Peygamber Efendimiz tarafından hediye edilen Hırka-i Şerif Osmanlı Padişahlarından II. Osman Han’a hediye edilen ve her sene Ramazan ayında ülkemizde ziyarete açılan Hırka-i Şerif’tir. 2- Muhammed Bahauddin Şah-ı Nakşibendi (K.S.A.) Nakşibendi Hazretleri Hicri 718 yılının Muharrem ayında Buhara’nın Kasr-ı Hinduvân köyünde doğmuştur. Asıl adı Seyyid Muhammed Bahauddin olan Nakşibendi Hazretlerinin soyu 14. Babadan Hz. Ali Efendimize ulaşmaktadır. Küçük yaşlarda babasıyla birlikte nakışçılık yaptığı için ise Nakşibendi adı ile anılmaya başlamıştır. Ancak bazı rivayetlere göre ise çok uzun süre gizli zikre devam ettiği için kalbine “Allah” lâfzının nakşolduğu ve bu yüzden kendisine Nakşibendi dendiği anlatılmaktadır. Nakşibendi Hazretleri irşad görevine başladığında doğmuş olduğu Kasr-ı Ârifân köyünde bulunuyordu. Ancak birçok farklı bölgelere giderek diğer İslam Alimleri ile dini sohbetlere katılırdı. Aynı zamanda Nakşibendi Hazretlerinin faziletini ve maneviyatındaki hakikatleri duyanlar da gittiği her şehirde onu dinlemeye gelirlerdi. Hatta Semerkand gibi büyük şehirlerden bile onu dinlemeye gelenler bulunurdu. 3- İmam-ı Gazali (K.S.A.) İslam dünyasının en büyük ve en önemli evliyalarından biri olan İmam Gazali, birçok Müslümanın yanı sıra sahip olduğu ilim ile dünyaca tanınmaktadır. İmam Gazali Hicri 450 Miladi 1058 yılında İran’ın Horasan bölgesinde bulunan ve yetiştirdiği İslam alimleri ile tanınan Tus şehrinde dünyaya gelmiştir. İlk ilmi eğitimini bu şehirde alan İmam Gazali daha sonrasında ise dönemin önemli bir ilim ve kültür merkezi olan Nişabur’a giderek burada yine dönemin en önemli İslam alimlerinden biri olan İmam-ül-Harameyn Ebü’l- Meali el-Cüveyni’nin talebesi olmuştur. Nişabur’daki Nizamiye Medresesi’nde aldığı eğitim İmam Gazali’nin Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın yakın çevresinde yer almasını sağlamıştır. Selçuklu Başkenti İsfahan’da dönemin ardından ise Nizâmülmülk tarafından başkent Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi’ne Hoca olarak atanmıştır. Burada görevi sırasında İmam Gazali “Hüccetü’l-İslam” (İslam’ın kesin delili) unvanıyla tanınmaya başlamıştır. 4- Mevlana Celaleddin-i Rumi (K.S.A.)  Mevlana Hazretleri, fikirleri ve sahip olduğu maneviyat ile İslam Dünyası’nın sadece Müslümanlar tarafından değil bütün dünya tarafından en çok merak edilen ve bilinen evliyaları arasında yer almaktadır. 30 Eylül 1207’de Afganistan’ın kuzeyindeki Belh şehrinde dünyaya gelen Mevlana Hazretleri’nin asıl ismi Celaleddin Muhammed’tir. Babası “Sultanü’l-ulema” yani “Alimler sultanı” olarak bilinen Bahaeddin Veled’dir. Mevlana Hazretleri yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeni ile Belh’ten ayrılıp Konya’da bitecek olan yolculuğu sırasında Mekke, Medine, Şam, Erzincan ve Anadolu’nun birçok şehrini ziyaret etmiştir. Mevlana’nın ulaştığı tasavvufu seviye ve tasavvufi ilim günümüzde birçok Müslümana yol göstermektedir. 5- Seyyid Abdülkadir-i Geylani (K.S.A.)  Büyük İslam alimleri ve evliyaları, Allah’ın hikmetine ve sevgisine nail olmuş insanlardır. Bu yüzden de düşünceleri, yaşam tarzları, öğretileri ve kerametleri her zaman Müslümanların en çok merak ettiği ve araştırdıkları konular arasında yer almaktadır. İslam alemini önemli ölçüde etkileyen büyük İslam alimleri kendilerini takip edenlerle birlikte önemli tarikatların kurulmasına ve Allah yolunda gidilmesine öncülük etmişlerdir. İslamiyet’te en önemli alimlerden ve evliyalardan biri ise Abdülkadir Geylani Hazretleridir. Evliyaların sultanı olarak anılan Abdülkadir Geylani soyu Hz. Ali’ye kadar uzanan, daha yaşarken sahibi olduğu maneviyat ile din büyüklerinden biri sayılan, birçok kişiye yol gösteren oldukça önemli evliyalardan biridir. Yazımızda ise en çok merak edilen evliyaların sultanı Abdülkadir Geylani hakkında bilgi sahibi olmanızı sağlayacak Abdülkadir Geylani kimdir sorusuna detaylı cevap vermeye çalışacağız. Ayrıca Abdülkadir Geylani’nin sözlerine de yazımızın devamında ulaşabilirsiniz. Gavsü’l-Azam, Sultan-ı Evliya, Muhyiddin, Kutb-i Rabbani ve Kutb-u Azam gibi farklı isimler ile de bilinen Abdülkadir Geylani Hazretleri 1077 yılında Geylan’da dünyaya gelmiştir. Babası Ebû Salih Musa Zengidost, Peygamber Efendimizin torunu Hz. Hasan‘ın oğlu olan Hasan el-Mu'tena'nın soyundadır. Annesi Fatıma ise anne tarafından Peygamber torunudur. Bu yüzden Abdülkadir Geylani Hazretleri hem seyyid hem de şeriftir. Küçük yaşlarda babasını kaybeden Abdulkadir Geylani Hazretleri, annesinin yanında dedesi Savmaî’nin himayesi altında büyümüştür. Çocukluk çağından itibaren mektebe giderek dini eğitim almaya başlayan Abdülkadir Geylani Hazretleri on sekiz yaşına geldiğine ailesinden izin alarak eğitim almak amacı ile Bağdat’a gitmiştir. Burada dönemin en büyük ve önemli alimlerinden hadis, fıkıh ve edebiyat dersleri almıştır. Aldığı eğitimler sayesinde geniş bir İslami bilgiye sahip olan Abdulkadir Geylani Hazretleri sahip olduğu bilgiler ile kısa zamanda, zamanının alimlerinden ve imamlarından biri olmuş ve şöhreti dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlar arasında yayılmıştır. Zamanla kendisi de pek çok önemli alim ve fakih yetiştirmeye başlamıştır. Bağdat’ta bulunan mutasavvıflarla da sık sık sohbetlerde bulunan Abdülkadir Geylani Hazretleri, Ebü’l-Hayr Muhammed bin Müslim Debbas sayesinde tasavvuf ile tanışmıştır. Tarikat hırkasını da kendisine Ebü’l-Hayr Muhammed bin Müslim Debbas giydirmiştir. Ancak bir zaman sonra Abdülkadir Geylani hazretleri bütün her şeyden elini çekerek inzivaya çekilmiştir. İnzivada bütün vakitlerini ibadetle ve nefsi ile mücadeleyle geçirirken Abdülkadir Geylani Hazretleri tasavvufta en yüksek dereceye ulaştı. 1127’de ilk vaazlarını vermeye başladığında kendisini sadece birkaç kişi dinlerken zamanla medresenin dar gelmeye başladığı, açık havada verdiği vaazlara ise yetmiş bin kişinin Bağdat’a geldiği rivayet edilmektedir. Zamanla etkisi bütün İslam dünyasına yayılmıştır ve İslam dünyasının ilk ve en yaygın tarikatı olarak bilinen Kadiri tarikatının kurulmasını sağlamıştır. 6- Ahmed El Serhendi İmâm-ı Rabbânî (K.S.A.)  İmâm-ı Rabbânî , 971/1564’te Hindistan’ın Sirhind kasabasında doğdu. Çiştiyye ve Kâdiriyye tarikatlarından icazetli olan babası Şeyh Abdülehad’ın nezaretinde küçük yaşlarda başladığı eğitimine Siyâlkut’ta devam etti. Burada Şeyh Ya‘kûb Keşmîrî, Kadı Behlûl Bedahşânî ve Mevlânâ Kemal Keşmîrî’den ders aldı. Kadı Behlûl Bedahşânî’den tefsir ve hadis okutma icazeti aldı, aynı zamanda bir Kübrevî şeyhi de olan hocası Ya‘kûb Keşmîrî’ye intisap etti. On yedi yaşında öğrenimini tamamlayıp Sirhind’e döndü ve ders vermeye başladı. Yaklaşık üç yıl sonra Babürlülerin başkenti Agra’ya gitti ve Ekber Şah’ın sarayına girdi. Saray bürokratlarından Ebü’l-Fazl el-Allâmî ile nübüvvet konusunda girdiği tartışmanın sonucunda İsbâtü’n-nübüvve adlı eserini telif etti. Agra’dan Sirhind’e dönüşü sonrasında seyrü sülûkünü babasının yanında devam ettirdi ve 1007/1599’da babası ona Çiştiyye ve Kâdiriyye tarîkatından hilafet verdi. Ayrıca tasavvufun temel klasikleri arasında sayılan et-Taarruf, Avârifu’l-maârif ve Fusûsü’l-hikem gibi eserleri de babasından okudu. 1008/1599’da babasının vefatından sonra hac maksadıyla yola çıktı. Delhi’de Nakşibendî şeyhi Bâki-Billah’a intisap etti. Yaklaşık üç ay kadar onunla birlikte bulundu. Hac zamanı geçtiği için tekrar memleketine dönmek zorunda kaldı. Mektûbât adlı eserinin temel metinlerinin bir kısmını da oluşturacak olan Bâkî-billah ile mektuplaşmaları bu dönemde başladı. Delhi’ye ikinci kez gidişinde Bâkî-billah kendisine hilafet verdi. Bâki-billah’ın vefâtı sonrasında irşat faaliyetlerine Sirhind’de devam eden İmâm-ı Rabbânî, bu maksatla müritlerine, dostlarına ve devlet adamlarına mektuplar yazdı. Politik birtakım nedenlerden ötürü 1028/1619’da Babürlü hükümdarı Cihangir tarafından sorgulanmak üzere Agra’ya çağrıldı ve bir yıl süreyle hapsedildi. Ömrünün son yıllarını münzevi bir şekilde Sirhind’de geçiren İmâm-ı Rabbânî 1034/1624 yılında vefat etti. Öğretisi İmâm-ı Rabbânî’yi tasavvuf tarihinde öne çıkaran husus vahdet-i vücûda dönük eleştirileridir. Üslup ve muhteva bakımından onun vahdet-i vücûd eleştirisi daha çok Alâüddevle Simnânî’ninki ile yakın benzerlikler taşımaktadır. Yoksa bu bağlamda o, İbn Teymiyye benzeri bir eleştiri tarzını benimsemiş değildir. İmâm-ı Rabbânî’nin vahdet-i vücûda eleştiri yöneltmesinin sebepleri arasında kısmen içinde yaşadığı dönemde Hindistan’ın dini-sosyal yapısının ve mevcut din politikalarının etkili olduğu söylenebilir. Bilhassa burada Ekber Şah’ın “din-i ilahî” adı altında tesisinde öncülük ettiği alternatif din politikaları zikredilebilir. Tevhidi, vücûdî ve şuhûdî olmak üzere iki kısma ayıran İmâm-ı Rabbânî, ilkinin aşılması gereken bir mertebe bulunduğu ve onun üzerinde “abdiyet/kulluk” makamının olduğu kanaatindedir. Ona göre vahdet-i şuhûd hakikatin vahdet-i vücûddan daha doğru bir ifadesidir.  Benzer muhteva ile irtibatlı olarak değerlendirilebilecek bir diğer konuda nübüvvet-velayet ilişkisindeki öncelik ya da üstünlük meselesidir ki İmam Rabbânî bu noktada kabul gören klasik tasavvufî öğretiyi de eleştirmiştir. Ayrıca yine tarikatı şeriatın özü ve bir üst mertebesi olarak gören geleneksel sûfî anlayışı da eleştirmiş; ona göre şeriat daha önceliklidir ve tarikat şeriatın hizmetinde bulunmak zorundadır. Fakat her ne kadar kendilerine eleştiriler yöneltmiş olsa da İmâm-ı Rabbânî, tasavvuf öğretisini izahta vahdet-i vücûd mektebine mensup sûfîler tarafından kullanılan terminolojiyi eserlerinde kullanmıştır. 7- Hallac-ı Mansur (K.S.A.) Hallâc-ı Mansur, bugün İran sınırları içerisinde yer alan Beyzâ’nın kuzeydoğusundaki Tûr’da 244/858’de doğdu. Bir görüşe göre babasının mesleği, başka bir görüşe göre ise gönüllerdeki sırları pamuk gibi altüst edip işlemesi nedeniyle “Hallâc” unvanını almıştır. İlk gençlik yıllarını dinî tahsille geçirdi, 12 yaşında Vâsıt’ta hafızlığını tamamladı ve Tüster’e geçti. Burada iki yıl kadar Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’nin talebesi oldu. Daha sonra Basra üzerinden Bağdat’a geçerek Cüneyd, Amr b. Osman el-Mekkî ve Ebû Hüseyin en-Nûrî gibi sûfîlerin halkalarına katıldı. Bunlardan öncelikle Cüneyd’in ve Amr’ın talebesi oldu. Bir müddet sonra Basra’ya geçip orada evlendi. 282/896 yılında ilk defa hac vazifesini yapmak üzere Hicaz’a gitti, ardından Bağdat’a döndü ve tekrar Cüneyd’in derslerine katıldı. Fakat görüşleri nedeniyle Cüneyd’in tepkisini çekince Cüneyd onu yanında uzaklaştırdı; Hallâc da Basra’ya geçerek Amr b. Osman el-Mekkî’ye intisap etti ve ardından Tüster’e döndü. Daha sonra beş yıl sürecek bir seyahate çıkarak Horasan, Sicistân ve Kirman taraflarında vaazlar verdi. Bu sırada gittiği her yerde ünü yayılmaya başladı. Ardından Ahvaz’a geçti. Bu esnada Amr b. Osman el-Mekkî’nin kendisini reddettiğini öğrenince ondan aldığı hırkayı yırtıp attı ve Ahvaz’da kendi meclisini kurup vaazlarına devam etti. Büyük bir mürid kitlesiyle beraber ikinci defa hac yaptı. Ardından Basra’da ve Ahvaz’da bir müddet kaldı ve ailesini de yanına alarak Bağdat’a taşındı. Burada bir sene kaldıysa da daha sonra insanları irşâd etmek üzere bir işaret aldığını söyleyerek deniz yoluyla Hindistan’a geçti ve oradan Horasan, Türkistan, Maçin ve Keşmir gibi bölgelere gitti. Birkaç yıl süren bu faaliyetleri neticesinde çok sayıda insan Müslüman oldu. Ardından Bağdat’a dönüp, 290/903’te üçüncü kez hac vazifesini yapmak üzere Mekke’ye gitti ve burada iki yıl kaldı. Kendisini Allah yolunda feda etmeye hazır olduğuna yönelik ifadeleri, üçüncü haccından sonra çoğalmaya başladı. Bu yöndeki düşüncelerini Bağdat’ta açıkça dile getirmekten çekinmedi. Bu sırada birtakım siyasî sâiklerle hareket eden vezir İbn Dâvûd ez-Zâhirî önderliğinde bir grup âlim Hallâc’ın aleyhinde faaliyetlere başladı. Bunun üzerine Ahvaz üzerinden Sûs’a geçti ve orada bir yıl saklandı. Ancak 301/913’de yakalanıp Bağdat’a getirildi ve idam talebiyle yargılandı. Şâfiî fakih İbn Süreyc ve bazı yöneticilerin desteğiyle cezası ev hapsi olarak uygulandı. Hapiste kaldığı sekiz yıl boyunca eserlerini telif etti ve Bağdat’ta etkisini daha da artırdı. Yönetici grubu değişip de desteğini kaybedince uzun süren bir yargılama sürecinden sonra Vezir Hâmid’in ısrarları ve Mâlikî fakihi Ezdî’nin fetvasıyla idama mahkûm edildi. Hanefî kadısı İbn Bühlûl’un muhalefet şerhine rağmen Halife Muktedir tarafından onaylanan idam kararı, 24 Zilkade 309 (26 Mart 922) tarihinde Bağdat’ta uygulandı. Yargılama esnasında ilahlık iddiasında bulunmak (hulûlîlik), halkı hac farizasını yerine getirmekten alıkoymak, Karmatî casusluğu yapmak gibi suçlamalar yöneltilmişti. Hallâc’ın yargılanma süreciyle ilgili araştırmalar, onun tasavvufî görüşlerinden ziyade; büyük bir takipçi kitlesine sahip olduğundan yönetici sınıfı için muhtemel bir tehdit olarak değerlendirildiği için idam edildiğini göstermektedir.  8- Muhyiddin İbnü'l- Arabi   Muhyiddin İbnü'l-Arabi, İslam dünyasının büyük alimlerinden birisidir. Tam adı Muhyiddin Muhammed bin Ali bin Muhammed el-Arabi et-Tai el-Hatimi'dir. Muhyiddin İbnü'l-Arabi, 28 Temmuz 1165 tarihinde Endülüs'te doğdu. Bilinmeyen bir sebeple 8 yaşında ailesiyle birlikte İşbiliye’ye (bugünkü Sevilla) geldi. Ailesi Arap Tayy kabilesine mensuptu. Yakın cedleri hakkında fazla bir bilgi bulunmasa da anne-baba tarafından nüfuz ve itibar sahibi kimseler olduğu anlaşılmaktadır. Akrabaları arasında tasavvufi bilgilere sahip kimseler vardı. İlk tahsilini bu şehirde yapan Arabi, çocuk yaşlarında Ahmed İbnu’l-Esiri adında genç bir Sufi ile arkadaş oldu. Endülüs'te bir süre daha kaldıktan sonra yolculuğa çıktı. Şam, Bağdat ve Mekke'ye giderek burada bulunan tanınmış alim ve şeyhlerle görüştü. Arabi, gerçek bilginin sadece akıldan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşif yoluyla elde edilebileceğine inanmıştı. Bu dönemde ''Şekkaz'' adında bir şeyhle tanıştı. Şekkaz, küçük yaşlardan itibaren ibadete başlayan, Allah korkusu taşıyan, hayatında bir kerecik olsun ‘ben’ dememiş olan ve uzun uzun secde eden bir kimsedir. Muhyiddin İbnü'l-Arabi, Şekkaz ölene kadar onunla sohbete devam etti. 1182-1183'de İşbiliyye’ye bağlı Haniyye’de ''Lahmî'' isimli bir şeyhden, bu zatın adını taşıyan bir mescidde Kur'an dersi aldı. 1184-1185'de ''Ureyni'' isimli bir şeyhle tanıştı. Arabi eserlerinde ondan ilk hocam diye bahsetmektedir. ''Ureyni'', ubudiyet (kulluk) meselesinde derin bir bilgiye sahipti. Bu yıllarda ''Martili'' adlı bir şeyhten de istifade etti. Ureyni Arabi'ye ''Sadece Allah’a bak''derken Martili ise ''Sadece Nefsine bak, nefsin hususunda dikkatli ol, ona uyma''diye öğüt vermiştir. Martili'ye bu zıt görüşlerin içyüzünü soran Arabi şu cevabı aldı: ''Oğlum, Ureyni'nin gösterdiği yol, doğru yolun ta kendisidir. Ona uyman lazım. Biz ikimiz de, kendi halimizin gerekli kıldığı yolu sana göstermişizdir'' Muhyiddin İbnü'l-Arabi, 1189 yılında Ebu Abdullah Muhammed eş-Şerefi adında biriyle tanıştı. Kendisi doğu İşbiliyyeli olup, Hatve ehlindendi. Beş vakit namazını Addis Camii'nde kılan bu zatın ibadete aşırı düşkünlüğünden namaz kılmaktan ayaklarının şiştiği söylenir. Arabi, İşbiliyye’deyken (1190) hastalanıp okuma kabiliyyetini kaybetti. İki yıl bu halde kaldıktan sonra Sebte şehrine giderek orada ahlak makamına erdiğini söylediği İbnu Cübeyr ile tanıştı. Bir süre sonra İşbiliyye’ye döndü. Aynı yıl Tlemsen’e geldi. 1196 yılında Fas’a gitti. Burada yaptığı seyahatler sırasında büyük bir şöhret kazandı. 1198'de yeniden Endülüs’e geçti. Gırnata şehri civarlarındaki Bağa kasabasında Şekkaz isimli bir şeyhi ziyaret etti. Arabi, onun Tasavvuf yolunda karşılaştığı en yüce kimse olduğunu söylemektedir. 1199-1200'de İlk defa hac için Mekke’ye gitti. Burada el-Kassar (Yunus ibnu Ebi’l-Hüseyin el-Haşimi el-Abbasi el-Kassar) isimli bir şahısla sohbet etti. Hac’dan sonra Mağrib’de, oradan da Ebu Medyen’in şehri olan Becaye'de bulundu. Bir süre sonra tekrar Mekke’ye geldi ve "Ruhu’l-Kuds", "Tacu'r-Rasul" adlı eserlerini yazdı. 1204 yılında Medine, Musul ve Bağdad'da bulundu. Musul'da, "et-Tenezzülatu'l-Musuliyye"yi yazdı. Buradan ayrıldıktan sonra Konya’ya geldi. Orada tanıştığı Sadreddin Konevî’nin dul annesi ile evlendi. Konya’da iken "Risaletü’l-Envar"ı yazdı. Selçuk Meliki tarafından hürmet ve ikram gördü. Daha sonra Mısır’a geçti. Burada Futuhat-ı Mekkiye'deki sözlerinden ötürü Mısır uleması tarafından hakkında verilen idam fetvasıyla yüzyüze gelince gizlice oradan kaçtı. Tekrar Mekke’ye geldi ve burada bir süre kaldı. Bağdat ve Halep’de bir süre dolaştıktan sonra yeniden Konya’ya geldi. Ardından Şam’a yerleşti. Zaman zaman civar şehirlere seyahatler yaptı. Şam'da kendisinin Fütuhat'tan sonra en büyük eseri olarak kabul edilen Fusus'u kaleme aldı. Arabi, bu eseri rüyasısında peygamberden ümmetine aktarmak üzere aldığını belirtir. Muhyiddin İbnü'l-Arabi, 10 Kasım 1239 tarihinde Şam'da vefat etti. Kabri Şam şehri dışında bulunan Kasiyun dağı eteğindedir. 1516 yılında Yavuz Sultan Selim bölgeyi Osmanlı topraklarına kattıktan sonra oraya türbe, camii ve imaret inşa ettirmiştir. 9- Bedir Karahan (K.S.A) Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. 1901 yılında Kayseri iline bağlı Sarız ilçesinin Çavdar köyünde dünyaya gelmiştir. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin ecdadı aslen Orta Asya’dan Anadoluya göçen “Müezzinoğulları” Türk boyundandır. Gülümsemesi tebessüm şeklinde olurdu. Tevazu sahibi güzel bir insandı. Tebessüm ettiği zaman etrafı muhabbet kaplar, tüm dertler unutulurdu. Çok ağlar, az konuşurdu. Nemli bakışları etrafa feyiz saçardı. Zamanının Kutbu olan Sultan Şeyh  Bedir Karahan K.S. Efendi, bu vazifesi dolayısıyla birçok iller gezmiş, örnek yaşantısı güzel ahlakı ve keskin nazarlarıyla birçok insanı İrşad edip tarikat yolunu onlara göstermiştir. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., 32 sene Mürşid’i Kamil vazifesini yürüttükten sonra 14 Ağustos 1983 tarihinde Kayseri İlinin Pınarbaşı ilçesinde dünyasını değişmiştir ve Hakka kavuşmuştur. (Mevla Himmetlerine nail eylesin. AMİN.) Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin Şeceresi Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin ecdadı aslen Orta Asya’dan Anadolu’ya göçen Türk boylarındandır. Kendisine soyadlarının neden “Karahan” olduğu sorulduğunda “Bizim soyumuz tarihteki ilk Müslüman Türk devleti Karahanlılar’dan geliyor. Bundan dolayı soyadımız ‘Karahan’ dır.’‘ cevabını vermiştir. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin kabilesinin ise Müezzinoğulları olarak bilinmektedir. Kabilenin Müezinoğulları olarak adlandırılması, Orta Asya’da İslam’ın tebliğ edildiği dönemlere dayandırılmaktadır. Riyavete göre Hz. Muhammed sav.’in neslinden bir müezzin Türklere İslam’ı tebliğ gayesiyle Orta Asya’ya gelmiş ve burada evlenerek kalmıştır. İşte bu zatın soyundan da Müezzinoğulları gelmiştir.  Bedir Karahan Efendi’ye “Seyitlik” hem bu soydan hem de annesinin Ehlibeyt’ ten olması sebebiyle gelmektedir. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin büyük dedesi Şeyh Mehmed adıyla maruf zamanın kamil mürşitlerindendir. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., bir sohbetinde; kendisinin, soyundan gelen on üçüncü mürşit olduğunu söylemiştir. Bu durumda Peygamber Efendimiz’den bu yana soydan her asırda bir mürşit gelmiş olmaktadır. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin babası İbrahim (İbiş) Efendi çevresinde İbiş ağa diye tanınan, sofrası herkeze açık, hanesinde birçok yolcunun ikamet ettiği gönül zengini asil bir zattır. İbrahim Efendi üç kardeşiyle birlikte kurtuluş Savaşı’na katılmıştır. Bu hususu Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. şöyle nakletmektedir;”Babam İbiş Efendi ve diğer üç kardeşi Hasan, Hüseyin ve Keşef Kurtuluş Savaşı’na gittiler. Bunlardan HÜseyin ve Keşef seferberlik’ ten hiç gelmediler. Yıllar sonra babası İbiş Efendi’nin ise hastalanarak sivas’ta bir hastaneye yatırıldığı askeriye tarafından bize bildirildi. Babamın Sivas’ta olduğunu öğrenince kendisini almak için Sivas’a gittim. Hastaneden çıktıktan sonra alıp Kevenli’ye getirdim.” Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin babası İbiş Efendi ne zaman vefat ettiği bilinmemektedir. Ancak kabri Kevenli köyünde bulunmaktadır. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin Tahsil Hayatı Babası İbiş efendi, Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin henüz küçükken dine düşkünlüğü görünce ilim tahsili için medreseye göndermiştir. İlk olarak Pınarbaşı’nda bir müddet Kur’an tahsiline devam eden Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., hocaları tarafından çok başarılı bulunmuş ve daha ileri seviyede eğitim ve öğretim alması için Kayseri’de bir medreseye gönderilmiştir. Kayseri’de hocası Şeyh Bedreddin Efendi’den hadis, fıkıh, tefsir, arapça gibi dini tasavvufi dersleri tahsil etmiştir. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘nin çok kabiliyetli, zeki ve arif bir talebe olduğunu fark eden hocası Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. ona ilk defa tasavvuf ve tarikattan bahsederek; “Evladım, senin muhakkak bir mürşide intisap etmen gerekir.” demiştir. Bu vesileyle Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. Şeyh Baki Hoca isminde bir Allah dostuna gider ve bir müddet kendisinden tasarruf ederek tarik talibine başlar ancak, Şeyh Baki Hoca Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘nın kendisindeki manen derin farklılığı anlar ki, şöyle der; ”Bedir evladım sen çok nurlu ve çok maneviyatlı birisin. Ben sana yetemiyor ve derinliğine anlam veremiyorum. Senin nasibin ve kısmetin bende değil. Kaldı ki, benimle birlikte olduğun zamanlar bile benimle değil, dünyasını değiştirmiş olan ve hiç görmediğim kendi şeyhimle (Mevlânâ Muhammed Necmeddin-i Kübra) bile tasarruf edebiliyorsun. Çok başka hallerin var. Bu nedenle evladım, sana ben yetemiyorum” deyip, Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘nın kendisini tekrar Şeyh Bedrettin Efendiye yönlendirir. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. Şeyh Bedreddin Efendiye geri döner. Şeyh Bedreddin Efendi Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. ile bir müddet seyr-i sulük eder ve daha sonra da Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘na fayda sağlayacak ilmin kendisinde olmadığını anlar. Bu nedenle de ilim tahsili için bir tanıdığı vasıtasıyla birlikte Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘ı Mısır’a göndermiştir. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘nin Mısır’da bir yıla yakın bir zaman kaldığı ve burada ki tahsilini hızlandırılmış şekli ile tamamlayıp döndüğü bilinmektedir. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., Mısır’dan döndükten sonra Malatya’nın Hekimhan ilçesinde dört yıl askerlik yapmıştır. Askerlik görevinden sonra tekrar Kevenli köyüne dönmüştür. Sultan  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., tarikat yoluna girmesiyle birlikte sürdürdüğü ticaretini bırakmış ve kazandığı tüm maddiyat kazanımlarını Allah cc. yolunda ve hizmet amaçlı kullanmıştır. Kendisine neden ticarete devam etmediği sorulduğunda; “Mürşidimden ders alıp da tarikata girince gönlümde ilahi aşk tecelli etti. Allahu teala’nın aşkını tadınca da gönlüm dünyadan tamamen geçti. Anladım ki dünya boş, bir oyun ve oyalanmadan ibaret. Bundan sonra Allah yolunda çalıştım. İşleri de kendi haline bıraktım. Allah’ın verdiği kadar rızkımız oldu” şeklinde cevap verdiği aktarılışmıştır. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin Evsafı ve Güzel Ahlakı Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. uzuna yakın orta boylu, buğday benizli, omuzları geniş bir zat idi. Keskin nazarları vardır. Elinden tuttuğu kişiler nazar ve feyzine dayanamayıp düşer, bayılırlardı. Başı sağ tarafa hafif eğikti. Hayatının son on yılında ise sakalları iyice beyazlamıştı. İbadete çok düşkündü. Namaza ehemmiyet verir, çokça Kur’an okurdu. Sünnete uyma hususunda titizlik gösterirdi. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., elinde tesbih, sürekli sessiz zikir halindeydi. Delail-i hayrat ve Fethiye Evradı/Evrad-ı Fethiye okuduğu günlük virtleriydi. Çok gülmezdi. Bir şeye güldüğü ya da tebessüm ettiği zaman peşinden hemen gözyaşı döker, ağlardı. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., az konuşur, az yer, az uyurdu. Konuştuğunda hayır konuşur, sükuntunda ise sürekli murakabe ve rabıta ile meşgul olurdu. Tevazu sahibiydi. Herkesle oturur, herkesle konuşur, insanların, müşküllerin yardımcı olurdu. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘nın Maneviyat Derinliği Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘nin çok keskin nazarları vardı, çok cezbeli idiler. Elinden tuttuğu kişiler tesirine dayanamaz, cezbelenir düşerlerdi. Herkese haline göre nasihat verir, kimseyi dışlamazdı. Cömert idi, hanesi ve sofrası her zaman misafire açıktı. Kendisine kim Allah yolunda çalışır diye sorulduğunda; “cömert olana, sofrası açık olana” derdi. Dünya kaygısı taşımaz, rızık konusunda Allah’a tevekkül ederdi. Keşif ve kerametleri aşikardı. Fakat bunlar iradesiyle değil, Allah’ın lütfu olarak görülürdü. Az ama öz konuşurdu. Kendisi ile konuşanları sabır ile dinlerdi. Konuştuğu Hak’tan, gördüğü Hak’tan işittiği Hak’tan idi. Doğru bildiği, hak bildiği konularda sözünü hiç kimseden esirgemezdi. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. öyle ki, kendisini gören etrafındaki tüm insanlar feyzinden cezbeye gelir ve dair bayılırlardı. Bu sebepten dolayı uzun zamanlar kendisini, köyü Kırgeçit’teki dergahına yakın bulunan bir mağarada saklamak zorunda bırakmıştır. Ancak manevi büyükler zuhurat aleminde kendisine, ”topluma karışmalısın ve insanları davet ederek onların ilmen ve fikren senden faydalanmasını sağlamalısın…” demiş, bu nedenle de mağaradaki yaşamına son verip tekrar toplum içine çıkmak zorunda kalmış ve irşad vazifesine böylelikle başlamıştır. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., çevresindeki küskünleri, aralarında kan davası olan aileleri barıştırır, daima halkın huzuru için çaba gösterirdi. İnsanlara yardımcı olur, kendisine işi düşenlerin işlerini muhakkak hallederdi. ‘‘Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., çocukları çok severdi. Cebinde her zaman şeker ve bozuk para bulundurur, yanına gelen çocuklara verirdi. Bu sebeple onu gören çocuklar hemen yanına koşarlar, elini öperlerdi.” Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., Tebessüm ettiğinde adeta etrafı muhabbet kaplar, tüm dertler kederler unutulurdu. Celallendiğinde ise yüzü farklı bir hal alır, iki kaşını ortasındaki şah damarı kalkardı ve bu açıkça görünürdü. Göğsünden kalp atışları belli olurdu. Gölgesi çok ağır, vakar sahibi biriydi. Onun gören herkes saygı göstermekten kendini alamazdı. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. kendi nefsi için kimseyi incitmez, Allah için olan meselelerde ise kimseye taviz göstermez, sadece hakkı gözetirdi. Uyku ile uyanık hali birbirine çok yakındı. Kalbi hiç uyumaz sürekli zikrederdi. Bir defasında sağ tarafına hafif yaslanmış bir halde iken mübarek dillerinden bir iki kelam dökülmüştü. O an orada bulunanlara bir şey konuştum mu diye sormuş, yanındakiler de peygamber efendimiz ile ilgili bir şeyler söylediniz dediklerinde; “Evladım, farkında değilim. Peygamber Efendimiz bir şey sordu da ona cevap verdim“ demiştir. Bu halinden anlaşılmıştır ki, aynı anda ‘Tayy-ı mekan‘ ile atmosfer değiştirmiş ve mana aleminde yolculuk yaparak sevgililer sevgilisine (Hz. Muhammed SAV.) gidip dönmüştür. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin Hassasiyetleri Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. giyimine dikkat eder, temizliğe çok önem verirdi. Büyük bir manevi ağırlığı vardı. Huzurunda konuşamaz, yanına yaklaşmakta tereddüt ederdik. Konuştuğunda sesindeki yumuşaklığı duyunca kalpler sakinler, sevenleri huzur duyardı. Tebessümü ise etrafındaki herkesi mutlu etmeye yeterdi. Yanında ne kadar kalınsa da nazarına kimse doyamazdı. Onun huzurundayken Mekke’deki Beytullah kokusu ve tadı alınırdı. Onu gördüğünde ihvanların kalp çarpıntısından nefesleri kesilirdi. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., Etrafındakilerle karşılıklı sohbet eder, gönüllerine hitap ederdi. Resmi davranmazdı, candandı. Bu da insanları çok cezbederdi. Hal-ahvali sorduğunda;”size malumdur, siz bilirsiniz efendim!” diyenlere;”Bize Allah bildirmezse bilmeyiz evladım.” derdi. ”Allah’ı bulduğunuz zaman cehennem size cennet olur”. şeklinde derin ilimlere girerdi. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin bir seveni-yakını anlatıyor… Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., nin müritlerinden manen haberi olurdu. Evde veya başka bir yerde iken birden kalbimiz yanar, mürşidimiz gözümüzün önüne gelirdi. Hemen yanına gittiğimizde görürdük ki kalben bizi çağırmış. Aramızda ki bu manevi Tel/Bağ ile haberleşirdik. Mürşidimiz Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin sadece ihvanlarında değil, dünyadan hatta yerdeki karıncadan bile haberi olurdu. Çünkü o zamanının ve cihanın kutbu idi. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. çok konuşmazdı. Konuştuğu zaman da çok net konuşurdu. Önemli konuları üç defa tekrarlardı. Dini konularda gereksiz çekişmelere kızardı. Bir defasında huzurunda bir konu tartışılıyordu.O sırada kendisi de sessizce Delail-i hayrat okuyordu.Birden doğrularak kitabı kapattı ve bakışlarını cemaate yönelterek; “Oğlum, bilmiyorsanız itiraz etmeyin. Bilmediğiniz konuda itiraz şeytandandır.” buyurdu. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., Hiddetlendiğinde göğsü ileri geri gider gelirdi. Tebessümü ise gönülleri feyiz saçardı. İstikamet üzere daim olmaya çok önem verirdi. ”Müridin dinini istikrarlı yaşaması lazımdır.” derdi. Bir hal zuhur ettiğinde dinde aşırıya gitmeyi ve sonra da bu hali kaybedince de dinin emirlerini terk etmeyi sevmez, hatta kızardı. Evladım;”Gösteriş, gurur, benlik insanı helake götürür. Müridin asıl gayesi Allah’ın rızası olmalıdır. Müridin bu istikamette çalışması lazımdır.” derdi. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. doğru, emin ve güvenilir bir insandı. Sözünde durur, ahdinden hiç dönmezdi. Haya sahibi ve engin gönüllü idi.Kendisine yapılan iltifatlara ehemmiyet vermez;”Sefil Bedir, Allah’a kul olsun yeter.” derdi. Kıymeti dünyadan göçünce anlaşıldı. Başkalarının noksan ve ayıplarıyla uğraşılmasını sevmezdi. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., Bu hususla alakalı olarak “Dedikodu etmeyin, yalan söylemeyin, başkalarının aleyhine atmayın, devlet ve milleti sevin, namazı kılın ve dersinize devam edin. Sizin yerinize ben yanarım.” derdi. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., özellikle de; vatan, bayrak, devlet ve millet sevgisi sonsuzdu. Allah için yaratılmışların tümünü severdi. İlim ehliyle sohbetten hoşlanır ve onları bazı konularda; “O bildiğiniz öyle değil, onun hakikati şöyle.” diye düzeltirdi. Sözü yerinde kullanır, gerektiğinde hiç esirgemezdi. ”Yufka yüreklerle yalçın dağlar aşılmaz.” dediği hala hatırımdadır. Öyle ki, devlet erkanından Merhum Adnan Menderes, Merhum Necmettin Erbakan ve Merhum Alpraslan Türkeş gibi hükümet büyükleri kendisini ziyaret etmiş ve dualarından istifade etmiştir. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., zikir olarak en çok ‘TEHVİD ZİKRİ‘ni çekerdi. Bizlere seherde ve sabah namazından sonra tevhit zikri yaptırırdı. Az konuşurdu. Sükut halinde sürekli zikrettiğini görürdük. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin İcazeti Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., hayatta iken ihvanından hiç kimseye vekillik vermemiş, o zamanlar henüz çok küçük yaşlarda olan ve kendisini kamuoyunda ‘Muhammed Bedir Karahan’ diye tanıtan torunu, ‘Gökhan Karahan (ARAP) ‘ın ileride yerini doldurabileceğini çeşitli vesilerle yakınlarına söylemiştir. ANCAK; torun Gökhan Karahan (ARAP), kitlesel-toplumsal ve bilimsel-ilimsel anlamda irşad edebilme donanım-kapasitesi ile manevi anlamdaki destur-düstur’a sahip olmadan gençliğinin vermiş olduğu heyecana kapılarak nefsine uymuş ve çok aceleci davranmış. Bu hal üzere de, dedesi Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’ın bizzat kendisine icazet verdiğini beyan etmek suretiyle tarikat yolunun teyammülsel adabına ve geleneksel erkanına uygun olmayan bir vaziyet almış ve şeyliğini açıklamak suretiyle mürşitlik yoluna girmiştir. Tüm bu yaşananlar nezdinde-nihayetinde dedesi olan Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin çok büyük emeklerle günümüze dek taşıdığı ve toplumca mukaddes kabul edilen ‘Ruhaniyyeti yolu‘na bağlı tarik’a-camiasındaki ihvan-ihvaneler arasında bölünmelere neden olmuştur. ”Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘ın torunu Gökhan Karahan (ARAP), her ne kadar gençlik heyecanı ile şeyh-mürşitlik dünyasına sevhen girse de, islam dinine sağladığı fayda ile yaptığı gayretli programlar ile bu kutlu yola verdiği tüm samimi emekler, görmezden gelinemez. Bu zamanda böylesi bir önemli misyonu omzuna yükleyerek layıkıyla taşıyabilmek ve bu zor sorumluluğu da sürdürmek asla kolay değildir. Dua ve temenni odur ki kendisinin ayağına taş bile değmemesidir.” (AMİN.) Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., Öyle ki bu konuda birçok söylentiler meydana gelmiş ve halen de gelmekte. Üstelik Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. o dönemde henüz hayatta olmasına rağmen bu davranışlar gerçekleşmiştir. ”Kimileri doğrudan, kimileri de mânâdan kendilerine tarikat şeyhliği hatta mürşitliği verildiğinin beyanında bulunmuşlardır. Kimileri görevliyim, Kimileri Vekilim demiş, Kimileri ise Halifeyim diye açıklamalarda bulunmuş…” Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘ da söz konusu bu ihtilaf ve çelişkilerden dolayı yanlışlara yönelik gidişe dur demek için artık bir basın açıklaması yapmak zorunda kalmış. Tabii ki o yıllarda yapılan bu açıklama o dönemin teknolojik şartlarının ve koşullarının elverdiği ses kayıtları ile ancak gündeme getirebilmişler. İlgili kayıtlardan sadece bir tanesini paylaşıyoruz sizlerle. Ses kaydını dinleyenler de anlayacaklardır ki tüm yetkiler Nevşehirli Hacı  Hüseyin Gümüş (K.S.)‘ de. Ses kaydında Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. bunu çok net bir şekilde beyan etmiştir. Özelliklede açıklamanın içinde geçen, “Nevşehirli Hacı  Hüseyin Gümüş (K.S.) için, ”O’nu benden daha ileri tutarak kendisine hürmet edin” şeklindeki detay da, artık;’Nakşibendi, Kadir-i, Rufa-i ve diğer tarik yolarının kendinden sonraki tek vazifelisi, görev ve yetkilisi tamamen Nevşehirli Hacı  Hüseyin Gümüş (K.S.)‘da olduğu netlik kazanmıştır. (Allah himmetlerine nail eylesin. Amin.) SES KAYDINI DİNLEMEK İSTEYENLER… TIKLAYIN  https://www.dailymotion.com/video/xsxyjd ”Düşünebilen akıl sahipleri anlayabilir ki, Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., kendinden önce veya sonra bir  görevlendirme, tayin, atama veya her hangi bir yetkilendirme verecek olsaydı eğer, yayınlanan ses kaydı örneğindeki gibi bir seslendirme daha yaparak zaten açıklama yapabilirdi.” Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. der ki; içinde bulunduğumuz konjonktür ve zaman itibari ile artık dergahlarda oturup mürit ve ihvan beklemek doğru değildir. Tüm mesele İslamiyet’e gönül vermek ve yüce dinimiz için bir asker gibi çalışmak ki; ”Yemeğini ekmek arası yapmak suretiyle elinde yiyerek sokaklarda insanlığı hakka davet etmek gerekmektedir. Çünkü, zaman çok yakındır.” Aksi taktirde Asr süresinde Mevlanın buyurduğu gibi “insanlar hüsrandadır ancak, hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna” sırrına mazhariyet olamayız. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin Nevşehirli Hacı  Hüseyin Gümüş (K.S.) ile sürdürülebilir ilişkisi Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., ihvanlarına daima Allah’ın emir ve yasaklarına uymaları, istikametten ayrılmamaları hususunda nasihatlerde bulunmuş. İcazet konusunda ise de, yerine geçecek olan yeni mürşidi kamilin ancak tarikat adabının gereği ve özelliklede silsile-i sadat-zeheb‘in usulü ve erkanı üzere yalnızca Allah cc.’dan müsade ile verilebileceğini çok defa dile getirmiştir. Bu kapsamda kendisinin tarikat bünyesindeki makamının ‘Kutbul Aktab‘ (Cihanı-evrenin iradesini sevk ve idare eden…) derecesinde olması münasebetiyle, dünyanın doğusun da (Türkiye-türki cumhuriyetleri) bizzat kendisi tasarrufta bulunmuş. Evrenin Batısı’nda ise de, kamuoyunda ‘‘Nevşehirli Hacı  Hüseyin Gümüş (K.S.)” (Efendi Baba) olarak bilinen, ‘Nevşehirli Hacı  Hüseyin Gümüş (K.S.)‘ü bizzat görevlendirerek Almanya’nın Münih şehrine göndermek suretiyle ‘Güneş birgün batıdan doğacak…‘ hadisi şerifinin vuku bulmasını murad ile nazar eylemiş ve Nevşehirli Hacı  Hüseyin Gümüş (K.S.)‘ün kalan yaşamının tamamını Almanya başta olmak üzere tüm batı ülkelerinde camilerin açılması ve ezanların okunması, zikir meclislerinin kurulması ve islamın yaygınlaştırılması konusunda çok büyük rol oynamıştır. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin, Nevşehirli Hacı  Hüseyin Gümüş (K.S.) üzerinden Şeyh Mürşid Dr. Rashid İbrahim Haake K.S. ile tasarrufuna devam etmesi Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin Nevşehirli Hacı  Hüseyin Gümüş (K.S.) üzerinden başlatıp sürdürdüğü, manası çok derin ve anlamlı olan bu büyük adımın devamı ve sürdürülebilirliği bağlamında ise, Kamuoyunda ‘Şeyh Mürşid Dr. Rashid İbrahim Haake K.S.‘ olarak bilinen henüz 5 yaşında iken müslüman olma şerefine nail olan Alman asıllı ve şimdilerde de İsviçre’nin Basel şehrinde görevsel anlamdaki yaşamını sürdüren Uzman Klinik Psikolog Şeyh Mürşid Dr. Rashid İbrahim Haake K.S.‘ ve kendisi gibi sağlıkçı olan eşi Hacı Kadriye hanımefendi ile batı ülkeleri başta olmak üzere ve dünya genelindeki tasarrufunu halen devam ettirmektedir. Bu sayede binlerce insan Müslüman olup İslamla şereflenmiştir. (ALLAH cc. onlardan razı olsun…) Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., özellikle birlik ve beraberlik konusunda oldukça hassasiyet üzeredir. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., özellikle birlik ve beraberlik konusunda oldukça fazla nasihatleri vardır. İhvanlarının dergah ve yolun ruhuna sadık olmalarını ve bu yoldan ayrılmamalarını istemiştir. Dergahtan ve yolun ruhundan ayrılmayıp istikamet üzere çalışan ihvanlarının başka bir arayışa girmelerine gerek olmadığını söylemiştir. İhvanların ve sevenlerinin derslerine ve hatim sohbetlerine devam etmelerine istemiş ve dünyadan göçtükten sonra himmetinin daha fazla olacağını söylemiştir. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., vefat etmeden çok kısa bir zaman önce kendisini ziyarete gelen ihvanlarına hitaben; “Evlatlar, bu son görüşmemiz, beni bu dünyada bir daha göremeyeceksiniz. İnşallah mahşerde beraber oluruz” temennisinde bulunda sonra; “Çok müride emek ettim, çok güzel ihvanlarım yetişti ama korkarım ki benden sonra kırk sahte şeyh çıkar. Bunlar sizi aldatmasın” buyurmuştur. Bu konuyla ilgili Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘nin eşi Şerife Karahan’dan nakledilen bir hatıra ise şöyledir: Eşi Şerife Karahan, bir gün  Bedir Karahan Efendi’ye; “Efendi, sen ahrete göçersen bu kadar mürit ne olacak?” diye sorduğunda, Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.; “Hanım, biz ahrete göçünce himmetimiz daha güçlü olur. Kılıç kınında çıkınca daha iyi vazife yapar. Bizler beden kınından çıkınca daha iyi vazife yapar. Müritlerim vefatımdan sonra kapısına bağlı olduğu müddetçe himmetim onların üzerine olur. Lakin benliğe düşenlere himmetim olmaz” demiştir. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin Vefatı Olağan zuhurat ve kerametleri ile çevresindeki insanları hayretler içerisinde bırakan Sultan  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., 1901 yılında teşrif ettikleri dünya hayatından 14 Ağustos 1983’te ebedi hayata intikal-irtihal etmiştir. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. hayatının son günlerinde çevresindeki tüm sevenlerine yönelik, doğruluktan; takva ve ihlastan ayrılmamaları hususunda sürekli nasihatte bulunarak onlara adeta ahrete intikal edeceğini imasında bulunmuştur. Ağır hasta ve halsizlikten düşkün olmasına rağmen son zamanlarını hep Kur’an okuyarak geçirmiş olan Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., vefat edeceği gün kuşluk namazını kıldıktan sonra selam vermiş ve Kur’an okumak istemiş. Hastalığı dolayısıyla yanına bulunan çocukları; “Baba, artık yeter yoruldun” dediklerinde, “yok yavrum, biraz daha okuyayım” diyerek Kur’an okumaya devam etmiştir. Kur’an okumayı bitirip, orada bulunanlara dönerek; “Evlatlarım bizden birisi vefat etti” buyurmuş ve hemen akabinde salavat-ı şerife getirip ardından da kelime-i şahadet getirerek kendinden geçmiş. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., bu hal üzere son nefesini vererek HAKK’ın rahmetine kavuşmuştur. 1983 yılı 14 Ağustos’ta öğle vakti vefat eden Efendi’nin cenazesi aynı gün sevenleri ve ihvanlarının katılımıyla defnedilmiştir. Yaz mevsimi olmasından ötürü aşırı sıcak olmasına rağmen defin sırasında birden bire yağmurun yağması onu sevenlerin üzüntü ve ağlamasına gökyüzünün rahmetle iştirak olarak yorumlanmıştır. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘nin türbesi Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesi kabristanlığındadır. Her sene Ağustos ayında yıldönümüne münhasır ihvanlarını manen ve zahiren misafir etmektedir. (Allah cc. himmetlerini tüm insanlığa nasip etsin. AMİN.) 10- Hüseyin Gümüş (K.S.A) Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) Kimdir?, Hayatı ve Biyografisi… Mevlana Şeyh Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), 1929 yılında Nevşehir’in Derinkuyu İlçesindeki “Çakıllı” köyünde dünyaya gelmiştir. Henüz çocukluğunda akranları bile manevi farklılığı anlamış ve kendisinde özel bir halin bulunduğunun kanaatine varmışlar ki, oyun zamanı arkadaşları ile karşılıklı oynanan oyunlarda hep kendi taraflarında oynamasını istemişler. Çünkü Mevlana Şeyh Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) hangi tarafta olsa o taraf mutlaka kazanırmış. Mevlana Şeyh Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), vatani görevini yerine getirdikten sonra geçimini sürdürmek için ağabeyi ile birlikte memleketi Nevşehir’den gurbet yollarına çıkmış ve helal kazanç elde etmek amacıyla İstanbul’da ticaret hayatına başlamıştır. Akabinde devam eden özel hayatı boyunca da iki evlilik yapmış ve bu evliliklerinden 11 çocuk meydana gelmiştir. Mürşidi Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. ile ilk tanışması ve manen görevlendirilip yetkilendirilmesi Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün Mürşidi-şeyhi Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’ın; Nakşibendi ve diğer tarik kolları ile alakalı icazet -makamının ‘Kutbul Aktab‘ (Cihan-evrenin iradesini sevk ve idare eden) derecesinde olması münasebetiyle, dünyanın doğusunda (Türkiye – Türki Cumhuriyetleri) bizzat kendisi tasarrufta bulunmuş. Evrenin Batısında ise de, Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ü görevlendirmiştir. Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ü öncesinde Almanya’nın ‘Berlin‘ şehrine göndermek suretiyle ‘Güneş bir gün batıdan doğacak…‘ Hadisi Şerifinin vuku bulması gayesini amaç edinmiş, murad eylemiştir. Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., bu minvalde 1950’li yıllarda Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘’ü Almanya’ya gitmesi için zuhurat aleminde kendisine hikmet ile nazar etmiştir.” Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) ile İslam sancağının Batı (Avrupa)’da sallanması ve taşınması Almanya’ya gönderilen ve zuhurat aleminde kendisine hikmet ile nazar edilen Mevlana Şeyh Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) bu sayede, İslam sancağının tüm Avrupa genelinde sallanmasına öncü olmuş ki, yoğun ve samimi bir Müslümanlık yaşantısı üzerinden diğer Türk ve çeşitli Müslüman ülkelerine münhasır olan tarikat camiası ile cemaatlere de kapı açılarak, dergahların ve çeşitli STK’ların kurulmasının önü açılarak temsilcilik ve şubelerinin açılmasına vesile olmuştur. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)’ün iki emeklilik ödemesi alma hakkından birini Türkiye Cumhuriyeti hazinesine devretmesi Bildirildiği üzere Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) Almanya’da memur statüsüne kadar yükselerek PTT’de görev yapmıştır. Bu görev süresi 20 yılı aşkın sürmüş ve bu sayede emeklilik hakkı kazanmış ve Almanya yasalarına göre emekli olmuştur. Hatta kendi ülkesi Türkiye’den de bireysel emeklilik hakkı kazanmış ancak, “hiç çalışmadığım sistemde prim günlerini yatırmış olsam bile emeklilik kazanç-ödemesi alarak tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyemem ki, bu Mümin bir davranışa da zaten yakışmaz” diyerek ömrü boyunca ikinci emeklilik ödemesini hiç almamış ve Türkiye Cumhuriyeti hazinesine bırakmıştır. Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. ile sürdürülebilir tasarrufu Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. ile tanışması ile başlayan manevi birlikteliğin maneviyat aleminden yönetildiği ve bu tasarrufa da Hz. Hızır A.S.’ın aracılık yaptığı söylenmektedir. Kaldı ki zahirdeki tasarruf-temas Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün vefatına kadar her yılın Ağustos ayında Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesindeki Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutb-ul Aktab) K.S.’ın kabri ve dergahına düzenli olarak gerçekleştirilen ziyaretlerin tüm ihvanlara yönelik tarik-yol üzere seyr-i süluk metodundaki uygulamalarına devam etmiştir. Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutb-ul Aktab) K.S.’ın bıraktığı o kutlu davaya layıkıyla yürütüp-sürdürüp nihayetine kavuşturduğuna dair tüm seven-ihvanları şahit olmuş ve bu anlamlı hizmete ve omzundaki yükü hafifletmek için birlikte yol yürümeye devam etmişlerdir. (Allah CC. hepsinden razı olsun) Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S.(Efendi Baba)‘ün hicreti ve Almanya’ya gidişi Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), ünlü bir beyaz eşya firmasının Almanya’da bulunan merkez fabrikasına yönelik Türk Vatandaşlarına yapmış olduğu işçi alma duyurusu ile Almanya’ya giden ilk işçi kafilesinde yer almıştır. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün Almanya’da ilk sohbeti Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) çok kısa sürede kendisini sevdirmiş ve etrafında bulunan kendi gibi gurbetçi Türk vatandaşlarımız ile hem hal olmuştur. Bu durum güven ile hemen arkadaşlık ve dostluğa dönüşür. Akabinde ise dostluğun getirdiği güven ve dönemsel olarak islama ait olan samimiyet ve hoşgörüye olan ihtiyaç-açlıkla birlikte sayılar gittikçe artmış kalabalık bir cemaat oluşmuştur. Öyle ki, çalıştığı kurumun müdürü ‘By Hans’ dahi, “sen normal bir müslüman değilsin. Senin halin ve yaşayışın gördüğüm diğer müslümanlara nazaran daha da samimi. Bu nedenle istediğin gibi iş yerinde namazını kılabilir, istediğin şekilde ibadetlerini yapabilirsin.” Oysaki’ aynı şef By Hans, diğer gurbetçi vatandaşların yaşayışlarında samimiyet görmediğini beyan-belirterek mesai saatleri içerisinde her hangi bir özel aktiviteye-izin vermemekte çok disiplin-çaba gösteriyordu. Ancak By Hans koyu bir Hristiyan olması ve Müslümanlığa karşı antipati duygular beslemesine rağmen, Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün kendisindeki maneviyatı net bir şekilde gözlemlemiş ki, kendisinin tüm ibadetlerini yerine getirebilmesi için ‘özel bir oda tahsisinde de bulunmuş’ olduğu bilgisine ulaşılmıştır. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün Almanya’da ilk ezan okunması ve ilk zikir halkasını başlatması Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün kalan yaşamının tamamını Almanya başta olmak üzere tüm batı (Avrupa) ülkelerinde camilerin açılması, ezanların okunması ve zikir meclislerinin kurulması ile islamın yayılması konusunda çok büyük rol oynamıştır. Öyle ki, daima yumuşak ve duygu dolu kelimelerle felsefik-edebiyat’ı  birbirine harmanlamış ve bu özel-güzel sözlerini gönül dilinden dile getirerek kadın ve erkek ihvanlarının kalplerine yönelik ilahi aşkını işlemiştir. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), ders tertibatı üzerinden çeşitli zikir ve tesbihat çalışmalarını da entegre ederek, ‘Nakşibendi yolu ve geleneği başta olmak üzere diğer tüm tarikat usullerinin evrensel niteliğe tekrar kavuşması‘na öncü olmuştur. Öyle ki, Almanya’nın çeşitli şehirlerinden ve tüm çevre ülkelerden gelen seven-ihvanları ile birlikte Hac farz-vazifesi için Sevgililer diyarı Mekke-Medine’ye de gitmiştir. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün Kültür Sanata verdiği değer Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), kültür ve sanata verdiği değer üzerinden tüm özel ve anlamlı davranışını da zaman zaman beyit, naat ve ilahi sözleriyle de süsleyerek tasavvuf geleneğinde cezbe hali denilen ‘hal ehli’ (dünyada turist hali) olmalarını sağlamış.  Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), sık kullandığı beyitler… Allah diyen boşta kalmaz Derviş olan ağlar gülmez Burdan giden geri gelmez Söyler Mevlanın aşkına gibi söz ve beyitleri dile getirerek kalplere ilahi aşk’ı nakşetmiştir. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), geçici olan dünya hayatına aldanmamak ve gafletine de dalmamak adına seven-ihvanlarına aktardığı bir diğer söyleminde ise de; Ömür der ki; kalk gidelim! Gönül der ki; demin geldik… sözlerini aktarmıştır. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) kendi içinde bulunduğu hali-ahvali de şu beyitlerle anlatmıştır; Biz geceyi güne kattık Her nefeste Hakk’a taptık Sanmayın ki yoldan saptık Hu’dur bizim huzurumuz Hak’dır bizim zuhurumuz ** Aşk ehlinin yoldaşıyız Meşk ehlinin sırdaşıyız Sultanların sultanıyız Hu’dur bizim huzurumuz Hak’dır bizim zuhurumuz ** Ahmed buldu ol Ahmed’i Mustafa’yı Muhammed’i Cümlesini bir eyledi Hu’dur bizim huzurumuz Hak’tır bizim zuhurumuz Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), bestesinde günaha yönlendirecek  sözlerin bulunmadığı ve Anadolu topraklarının bağrından kopmuş sanatçılarımızın bestelediği türkülerden de en çok; Keklik gibi kanadımı süzmedim Murad alıp doya doya gezmedim Bu kara yazıyı kendim yazmadım Anlıma yazılmış bu kara yazı Kader böyle imiş ağlarım bazı Gönül ey sebebim ey… gibi türküleri dile getirerek kültür ve sanata da önem vermiştir. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S.(Efendi Baba) ile Batıda İslamın yayılması Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) ile batı (Avrupa) da İslamın yaygınlaşması; sohbet şekli ile başlayan muhabbetler, beraberinde derinleşerek önce Hazreti Ebu Bekir Sıddık R.A. efendimizden günümüze kadar gelen Nakşibendi geleneği bünyesindeki prensipler gereği “hatme ve sessiz zikir” usulüyle devam etmiştir. Mana aleminden gelen işaret ile de usul şekli “sesli zikir” tekniksel yöntemine dönmüş ve öyle devam etmiştir. Kaldı ki, bu uygulamada Hazreti Ali R.A. efendimize meşreb-münhasır olarak günümüze ulaşan “doğru nefes alma” tekniklerini geliştiren bir metottur. Tüm bu uygulamalar ve samimi ilişkiler kısa süre içerisinde çevre şehirlerden de duyulmuş ve gittikçe yayılarak Almanya’nın hemen hemen tüm şehirlerine ve batı (Avrupa) da bulunan diğer tüm ülkelere de yayılmıştır. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), gençlik ve ilerleyen yaşlarda en çok yaptığı aktivite İslami kitaplar ve destekleyici çalışmalar içinde bulunmuştur.  TAVSİYE ETTİĞİ KİTAPLARDAN BAZILARI: MÜRŞİD’E EDEP KARA DAVUT MARİFETNAME ABİDLER YOLU KALPLERİN KEŞFİ ŞEYTANIN HİLELERİ KALPLERİN ANAHTARI VELİLER VE TARİKATLARDA USÜL gibi eserleri çokça okur ve seven-ihvanlarına da hediye etmek suretiyle mükerrer-defaatlen okumalarını tavsiye ederdi. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün Tarikat adabı ile Mürşid’e edep ile ilgili görüşleri Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)’e yöneltilen ‘Ben vefat etmiş ve Dünyasını değiştirmiş bir Mürşid’e intisaplıyım ve ona rabıta yapıyorum. Bu durumda nasıl bir tasarruf sağlar ve nasıl bir manevi kazanım sağlarım. Dünyasını değiştirmiş bir Mürşid ile zahiri alem ve manevi alem olmak üzere her iki alemden nasıl bir ilişki sürdürebilirim…’ şeklindeki bir soruya ilişkin verdiği anlamlı cevabını şöyle dile getirmiştir. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), ”Evladım; kendi mürşidimden şöyle duymuştum; “Dünyasını değiştiren veliler-mürşitler manevi kılıcını daha rahat ve kolaylıkla kullanabilir. Sorumlu olduğu bölgede ve yükümlüsü bulunduğu ihvanlarına karşın daha da kolaylıkla manevi ilişki kurarak onlara himmetini göstererek üzerlerinde tasarrufta bulunur”. Ancak, bu denklem-denge dünyasını değiştiren şeyh-mürşid’in kendisi ile ilgili bir irade’dir. Yani mürit veya ihvanlarla alakalı bir durum asla değildir. Şöyle ki, ‘Mürit’ anlam itibari ile ‘isteyen-talep eden’ demektir. ‘Mürşid’ ise ‘isteyene-talep edene veren’ anlamına gelmektedir. Bu vesileyle tarikat adabı ve tasavvuf geleneği dünyasını değiştiren bir şeyh-mürşitten manen istifade edebilecek yetenek ve kapasite yine kendi gibi veli-mürşid yetkisi-müsaadesi olanlar için geçerlidir.” demiştir. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S.(Efendi Baba)‘e yöneltilen Şeyh ile Mürşid arasındaki fark nedir sorusuna yönelik şöyle cevap vermiştir. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), Şeyh ile Mürşid Arasındaki Fark da; ”Şeyh adres sorduğun kişiye benzer nasıl ki o kişi sana sormuş olduğun adresi tarif eder şu yönden gideceksin, bu yönden döneceksin ve şöyle yapacaksın deyip yönlendiriyor ise Şeyhin statüsü de işte tam manasıyla böyledir. Ancak mürşit ise de sormuş olduğun o adrese elinden tutup seni bizzat kendisiyle birlikte götürendir. Fedakarlık yapıp seninle birlikte söz konusu adrese ve menzile seni götürüp ulaştıran kişidir!..’‘ demiştir. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), ‘Mesela dünyasını değiştirmiş ve alanında Uzman Profesör bir doktoru ele alalım ve bir de yaşayan normal bir hasta düşünelim. Vefat etmiş Profesör doktorun mezarına giderek o profesör doktordan hastalık ile ilgili herhangi bir bilgiyi nasıl alabilir, muayene olabilir ve tetkikler ışığında nasıl bir tedavi süreci başlatarak şifa elde edebilir. Şimdi bir de normal uzman bir doktoru ele alalım. Yaşayan ve normal bir doktor ile dünyada iken yanına gittiğimizde kendisinden hastalığımız ile ilgili tüm bilgileri alarak gerekli muayene ve tetkikleri yaptırarak şifa elde edeceğimiz ilaçları reçete ile temin ettirip, hastalığımızla ilgili tedavi sürecini başlatabilir ancak onun gözetimi dahilinde sürdürülebilir ilişki kurabiliriz. Yaşayan şeyh-mürşit de böyledir işte. Kendisine gelen müritlerin sorularına cevap verecek rüyalarını çözümleyebilecek ve manevi olabilecek özel hallerine karşın mevcut durumunu gözlemleyerek kendilerine nazar edecek ve bu sayede kendisine tasarruf sağlayacak bir kapasiteye sahip olan yaşayan bir Şeyh/Mürşit ile temas ederek sürdürülebilir bir ilişki sürmesi gerekmektedir. Aksi taktirde vefat etmiş ve alanında en Uzman Profesör doktor bile kendisinde bulunan ve ileride oluşabilecek tüm hastalıklarına karşı bir çare ve önleyici tedbir-hizmetler kapsamında destek alamaz.’ vurgusunda bulunmuştur. Dünyasını değiştirmiş Allah dostları da böyledir; diyen, Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba);”Mevkisi ve makamı ne olursa olsun, dünyasını değiştirdikten sonra tasarrufu öncelikle 100 küsür elementler üzerinde akabinde de sevdiği ve himmet etmesine müsade edilen canlılara yönelik ancak tasarruf edebilir. ‘Yaşayan Şeyh-Mürşid ile yüz yüze-göz göze ve kendisine temas edebilmek suretiyle yapılacak ziyaret ve çeşitli sivil aktivitelerle bir araya gelinerek kendisinden lazım olan tüm ihtiyaçlar ancak elde edilebilir.‘ Bu bir sancaktır. Elden ele günümüze dek gelmiştir kaldı ki silsilenin (Silsile-i Sadat) ne anlamı kalır o zaman bakın ben de kardeşlerimin başındayım her gelene kapısını açmakla mükellefim onları dinlemek hal ve ahvalini sual etmek, rüyalarını ve bir takım manevi hallerini dinleyerek, gözlemleyerek mevcut durumlarına yönelik çare üretmeye ve doğru bilgilerle onları yönlendirerekle mükellefim.” şeklinde, sözlerine açıklık getirmiştir. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) aynı konuya ilişkin, bir ayet üzerinden meseleye yönelik yaptığı açıklamalarını şöyle sürdürmüştür; “Kur’an’ı Kerim’deki Kehf suresinin 66. ayetinde ‘Musa (A.S.) ile Hızır (A.S.) arasında geçen o kutlu yolculuk çok net bir şekilde anlatılarak izahat edilmiş ve bu duruma ışık tutmuştur.” Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), bizlere bildirilene göre, ‘Mûsâ O’na (Hızır’a): Allâh’ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tâbî olabilir miyim?’ dedi.’ Kurandaki bu hayret verici ve olağanüstü anlatım aslında yaşayan bir mürşid bulmanın ve onunla yol yürümenin önemine delildir. Hatta delilden de ötedir. Kaldı ki, normal yaşantı ve hayatın olağan akışında bulunan bir insan-mürit dünyasını değiştirmiş bir şeyh-mürşid ile manevi anlamda bir ilişki kurması ahir olan bu zamanda imkansız değilse de çok ama çok zordur. ‘Çünkü bir öğrenci mutlaka öğretmenine giderek, onu dinleyerek ve öğretmeni ile belli bir zaman geçirerek eğitimini ancak tamamlar. Vefat etmiş başka bir öğretmenden istifade etmesi imkansızdır.‘ Manevi haz-cezbe kazanımı için dünyada olmayan birinden faydalanmak başka bir şey, ama eğitim üzere öğrenim ve mevcut hallerinin sürdürülebilirliğini sağlamak ve tasarruf etmek için temas kurmak gayesiyle yaşayan biriyle yol yürümek çok başka bir şeydir. Bu iki denklem-denge birbirine böylece karışmamalıdır.” şeklinde ki açıklamalarıyla seven-ihvanlarını uyarmıştır. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) konuyu detaylandırarak açıklamalarını şu sözlerle vurgulamıştır: “Bu nedenle tasavvuf geleneği ve adabı gereği dünyasını değiştirmiş bir mürşid ile değil de, yaşayan bir mürşid sayesinde seyr’u süluk ile birlikte tarikat yolunu yürüyerek menzile varmak gerekmektedir. ‘Aksi taktirde her mürit tüm yaşayan şeyh-mürşitleri bir kenara itmek-bırakmak suretiyle önceki zamanlarda yaşamış ve dünyadan göçmüş velilerle sözde yol yürümeye çalışırsa o yolun ucu kendisini anlamsız yerlere götürür!‘ Hatta, o dünyasını değiştirmiş vefat edenleri de aradan çıkarıp ‘Fena Makamı’nı bile  kullanarak doğrudan doğruya gidip peygamberlere intisap ettim dese bile bu da çok adap ve gelenek dışı bir hareket olur!..” EDEBİLİYORSA TABİİ! Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), sözlerini şöyle devam ettirmiştir; ”Bir insan ‘Dünyada olmayan biriyle iletişim‘ halini kurabilmeyi başarabiliyorsa eğer, zaten o insan mürit değil ”Mürşid” olmuştur demektir. Ve hemen onun ”elini öpmek” lazımdır!.. Ancak bu durum hem tarikat adabına hem tasavvuf prensiplerine hem de Kur’an-ı Kerim’deki ayetlere karşın da terstir. Öyle ki, bir ayeti kerime (Tevbe-119) de Allah C.C.: ‘Ey iman edenler, Allah’a karşı gelmekten sakının ve ‘Sadıklarlarla birlikte’ olun…” diye buyurmuştur. Ayette anlatılmak istenilen denge ve irade nedeniyle bir mürit mutlaka dünyada bulunan-yaşayan bir şeyh-mürşid bulmalı ve onunla sürdürülebilir bir ilişki kurarak arzu ettiği içsel yolculuğuna adım atarak yürümelidir.” Şeklinde cevap vererek tarikat-cemaat içindeki günümüz şartlarında yaşanılanlara yönelik ışık tutmuştur. Mürşid olduğunu nasıl anlarız?” Sorusuna cevabı Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘e yöneltilen “Efendim, Mürşid kimdir? Bir insanın Mürşid olduğu nasıl anlaşılır ve bir Mürşid nasıl bulunur?..” şeklindeki soruya verdiği cevap çok manidardır. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün soruya ilişkin verdiği o cevap şöyledir: “Evladım, bir kişinin Mürşid olmasının iki yönlü-türlü ölçüsü veya özelliği vardır. Şöyle ki, birincisi Allah C.C. tarafından maneviyat üzerinden zuhurat veya rüya gibi yollarla Mürid’e bildirilen kişi Mürşittir. İkincisi de yanında oturtulduğu zaman ağzından Allah kelamından başka bir kelam çıkmayan ve yanında oturanların da aklına ve kalbine Allah C.C.’tan gayrı başka bir düşünce nakşetmeyen kişidir. Kaldıki, hiç bir büyük ben büyüğüm demez. Diyemez!..” Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün Şeyh Mürşid Dr. Rashid İbrahim Haake K.S. ile ilk tanışması Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün Şeyh Mürşid Dr. Rashid İbrahim Haake K.S. ile ilk karşılaşmaların da Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün ağzından çıkan ilk söz, ‘Sen benim için yaratılmışsın, ben de senin için…’ şeklinde olmuştur. Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’ninyönlendirmesi ile başlayarak yürüttüğü manası çok derin ve anlamlı olan bu büyük adımın devamı için ise Kamuoyunda ‘Şeyh Mürşid Dr. Rashid İbrahim Haake K.S.‘ olarak bilinen Allah dostu ile sürdürmektedir. Henüz 5 yaşında iken müslüman olma şerefine nail olan Alman asıllı ve şimdilerde ise İsviçre’nin Basel şehrinde görevsel anlamdaki yaşamını sürdüren Uzman Klinik Psikolog Dr. Şeyh Mürşid Dr. Rashid İbrahim Haake K.S. ve kendisi gibi sağlıkçı olan eşi Hacı Kadriye hanımefendiye yine batı ülkeleri başta olmak üzere, dünya genelindeki tasarrufunu halen devam ettirmektedir. Bu sayede binlerce insan Müslüman olup İslamla şereflenmiştir. (ALLAH cc. onlardan razı olsun…) Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) ile Türkiye’de yaygınlaşma Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), Avrupa’da batı medeniyeti bünyesinde yürüttüğü Tarikat-Nakşibendi prensipleri ve geleneği görevini eş zamanlı olarak Türkiye’de de devam ettirmiştir. Doğup büyüdüğü ve halk nezdinde saygınlıkla anıldığı memleketi Nevşehir’in çakıllı köyü başta olmak üzere tüm ilçelerine yayılmış ve hatta çevre illerden de duyan herkesin kendisine ulaşarak bir vesile ile aynı duyguları ve maneviyatı yaşayan insanlar nezdinde başlayan topluluklar, gördükleri keramet, duydukları hoş sohbetler kalplerine nakşolmuş ki, zuhurat üzere bu ün İstanbul’a kadar yayılmış. Öyle ki, birçok ilçede belirli günlerde ve eş zamanlı olarak hatme-i zikir için bir araya gelerek toplanılmış ve dair bu anlamlı görevi son nefesine kadar layıkıyla sürdürmüştür. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)’nın Keramet ve Zuhuratlara ilişkin tutum ve davranışları Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), kendi kendine mana aleminden keramet, zuhurat veya herhangi bir zahiri görüntü gördüğünü iddia eden-böbürlenenlere yönelik: “Evladım, nihayetinde şeytan da aldığı müsaade ile sizlere birtakım görüntüler veya sizin nefsinize güzel gelecek şeyler gösterebilir. Unutmayın ki, o bir doğru gösterir ama yanında da hemen bin de yanlış yaptırır. Asla nefsinize uymayın ve görüntülere, seslere veya size sözde manadan verilmiş ve makamlar içinde gösteren sahte hallere inanmayın ve kibre düşmenizi sağlayan birtakım görüntülere de aldanmayın.” şeklindeki ifade ve hassasiyetle kendilerini uyarmıştır. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), bu ve benzeri durumlarda ısrarcı olanlara yönelikte “Velev ki doğru olsa, velev ki halleriniz rahmani de olsa içinizde tutun ve gizlilik içerisinde saklayın. ‘Hiçbir büyük ben büyüğüm demez’. Kaldı ki tüm bunların nazarda ve hikmette hiçbir manası ve önemi yoktur. Önemli olan efendimiz hazreti Muhammed Mustafa sav.’in de dediği gibi, az da olsa devamlılık içinde yaptığınız ibadetler ve nafilelerdir…” diye sevenlerine anlamlı ifadelerle yol göstermiştir. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)’ün yerine geçtiğini iddia edenlerle yönelik izahat… Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün görev yeri Şeyh-Mürşidinin talimatı ve yetkilendirmesi ile Batı (Avrupa) daki ülkeler olduğunu ve son nefesini de yine yetkili olduğu o bölgede verdiğini unutmamalıyız. Bu yetkilendirme ile ilgili ses kaydını da tüm seven-ihvanları dinlemiştir. (Yetkilendirme ve diğer karmaşalara son vermek amacı ile Mürşidi  Bedir Karahan efendinin talimatını içeren ses kaydını paragrafın bitiminde tüm kamuoyuna paylaşılmıştır) SES KAYDINI DİNLEMEK İSTEYENLER… Lütfen Tıklayınız... https://www.dailymotion.com/video/xsxyjd Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) – Şeyh Mürşid Dr. Rashid İbrahim Haake K.S. Bu minvalde Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün yerine geçtiğini iddia edenler ve oturduğu yerden rahatça vekil, halife yada her hangi bir titri üstlenmek suretiyle kendisine şeyh-mürşitlik atfedenler düşünme-akletmesi lazım ki, bu kutlu yol sadece Batı (Avrupa) da geçerlidir. Varsa bu sancağı yine Batı (Avrupa) da taşıyıp yürütmek isteyenler; kendisine, ilmine ve dair maneviyatına güvenenler Batı (Avrupa)’ya gidebilir. Bu sayede kendisine sözde atfettiği vasıf-titir her neyse; bu sözde makamını ve yetkisini  Batı (Avrupa) daki herhangi bir ülkede başlayıp, sürdürebilir. Aksi takdirde, taşın altına değil gövdesini henüz elini dahi koyamayan ve rahatlık içinde oturduğu yerden hüküm sürmeye çalışanlar, bir takım rüya, görüntüler veya zuhuratlar dahilinde kendisine rol biçenler ancak hüsrandadır. Nitekim Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), “bu konuyla alakalı yukarıda verdiği bilgiyi yineleyip ve “şeytanın hileleri” kitapçığından örnek vererek ‘şeytan size bir doğru gösterir ancak, devamında da bin yanlış yaptırır‘, hüsrana düşürür ve böylece kaybetmenize vesile olur!..” şeklinde  seven-ihvanlarını mükerrer-tekrardan dikkatle uyarmıştır. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)’ın Vefatı ve Defni Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), Batı (Avrupa) dan kesin dönüş sonrası yasal ve sosyal haklarını kaybetmemek için düzenli giriş, çıkış yapma zorunluluğu nedeniyle Almanya’nın Münih şehrinde bulunduğu esnada hastalanarak acil hastaneye kaldırılmış. Kalp ve beyin ile ilgili devam eden rahatsızlıklarının tekrar nüksetmesi ile tedavi gördüğü hastanede yapılan tüm müdahalelere rağmen hayatını kaybetmiş, 79 yaşında hakkın rahmetine kavuşmuştur. Öyle ki, Allah dostları; “Maneviyat aleminin kendisine takdir ettiği görev yerinde başladığı noktada son nefesini vermeleri bir peygamber sünnetidir. Mekke’den Medine’ye hicret etmek zorunda kalan ve bir müddet sonra da tekrar Mekke’ye geri dönen hazreti Muhammed sav.’in yaşadığı hadisenin birebir aynısını yaşarlar” şeklindeki bilgi İslam ulemaları tarafından günümüze dek iletilmiştir. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)’ünmübarek naaşı eşi önderliğinde ailesi tarafından önce Mürşidi-şeyhi Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘nın da kabrinin bulunduğu şehir Kayseri havalimanına ve oradan da karayolu üzerinden memleketi olan ‘Nevşehir’in Derinkuyu ilçesindeki Çakıllı köyü‘ne getirilmiştir. Ülke geneli ve çeşitli ülkelerden gelen içlerinde ihvan kardeşlerinin de bulunduğu tüm sevenlerinin yoğun katılımı ile daha önce vasiyet etmiş olduğu köyünde bulunan çakıllı mezarlığına 27.04.2008 tarihinde defnedilmiştir. (Allah CC. himmetlerine nail, cennetinde de komşu eylesin. Amin. 11- Rashid İbrahim Haake (K.S.A) Mürşid-i Kamil Sultan Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) kimdir? ''Sâdikat'' (Hz. Ebu Bekir Sıddık (R.A)’ın yeni yolu) Kurucusu Mürşidi Kâmil (Manevi öğretmen) Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.), 1960 yılında Almanya’nın Bremen şehrinde Hristiyan bir ailede dünyaya geldi. İslam sancağını taşıma gibi mukaddes bir kazanıma nail olan Anadolu evliyaları, manevi ve zahiri anlamdaki görevlerini layıkıyla yerine getirmiş ve o sancağı gelecek nesillere ulaştırmıştır. Bu vesileyle de, İslamın ve o şerefli sancağın yeni mihmandarları her dönemde zuhur etmiştir. Etmeye de devam edecektir. Allah’ın (C.C.) nuru kıyamete kadar sönmeyecektir. Öyle ki; yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim (Tevbe-119)’de Allah (C.C.) şöyle buyurmaktadır: ”Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve ‘SADIKLARLA‘ beraber olun.” Bu anlamda tüm ömrünü ve hayatını hak yoluna adayan, İslam sancağını taşıma ve taşıtma şerefine mazhar olmuş tüm Allah dostlarına selam olsun. Bu minvalde: ''Günümüz dünyasında özellikle de batı (AVRUPA) ülkelerinde İslamın sancağını dalgalandırmaya kendini adayan bir Allah dostunu daha tanıyalım.'' 'SADIKLAR YOLU' anlamına gelen 'SADİKAT' ismiyle yeni bir harita ve yeni bir usül başlatan, tamamen metotsal yöntem ve tekniksel uygulamalarla sürdürülen yepyeni bir tasavvuf yolunu açan, işte o Allah dostu ve içsel yolculuk ile farkındalık oluşturan yeni vizyon haberimizde; Dr. Rashid İbrahim Haake kimdir, ''Sâdikat'' ne demek ve geçmiş yöntemlerle arasındaki fark nedir? ''Sâdikat'' (Hz. Ebu Bekir Sıddık (R.A)’ın yeni yolu) Kurucusu Mürşidi Kâmil (Manevi öğretmen) Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.), 1960 yılında Almanya’nın Bremen şehrinde Hristiyan bir ailede dünyaya geldi. Ailesi Hristiyan Aleminde önemli bir konuma sahip! Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’in Anne ve Babası Almanya’da üst düzey eğitim ve kamu görevli-yöneticisidir. Özellikle Ailesinin Hristiyan toplumu nezdinde sevilen ve önemli bir saygınlığı vardır. Çünkü ailesi, Hristiyan camiasında sivil inisiyatif statüsünde toplumsal meselelere duyarlılık anlamında büyük mücadeleler vermek suretiyle, sürdürebilir bağlamdaki önemli projelere imza atmışlardır. “Tüm bu nedenlerden ötürü Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’nin ailesine Hristiyan camiasında önemli ölçüde değer verilmekte ve toplum nazarında da sevilmektedir.” Hristiyan yöneticileri arasında, tepki ve tartışmalara sebep olmuştur. ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.), henüz çok küçük yaşlarda, kendisinde gözle görülebilen açıktan zuhur eden bir takım manevi haller bulunmuş ki, ailesi katılması zorunlu olan, bürokratik ve siyasi kokteyl, balo ve çeşitli toplantılara kendisini götürmek yerine evde yalnız başına bırakmak zorunda kalmıştır. Çünkü o programlara götürdüklerinde Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’de olağanüstü haller oluyor ve o toplumdaki Hristiyan yöneticilerin kendi aralarındaki tartıştığı mesele ve sorunlara yönelik çok yönlü bir bilim/ilimle cevap veriyor, tartışılan konulara çözüm üreterek, Hristiyan yöneticileri hayretler içerisinde bırakıyor ve kafalarının karışmasına sebep olduğu naklediliyor. Hristiyan Alimleri ve Yöneticilerine yönelik İslami kaynaklar üzerinden tebliğde bulunmuştur. ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) ile önceleri katıldıkları programlarda rahat durmayıp toplumdaki Hristiyan yöneticilere yönelik islami-manevi söylemlerde bulunmuş ve Hristiyanlığa hizmet eden yöneticileri ve beraberindekileri, içinde bulundukları ruh haline ilişkin eleştirmiştir. Henüz küçük (6-7-8) yaşlarda olmasına rağmen büyük bir ilmîn, derin ve içselleşmiş bilgilerin gün yüzüne çıkması ve tüm bunlarla birlikte itikâdî konularda büyük farkındalıklar oluşturması, etrafındakileri öfkelendirmiş ve endişeye sevk etmiştir. Bu sayede kendisindeki özel haller (manevi davranışlar) ile orada bulunan Hristiyanlar arasında tepki-öfkeye neden olsa da aslında kendisine içten içe hayran bırakıyordu. Öyle ki bazıları da içinde bulunduğu kendi ruh halini sorgulamış ve İslâmiyet’i araştırmaya sevk etmiş. Hristiyan yöneticileri bile henüz küçük yaşlarda olmasına rağmen Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’yi dikkatli dinlemeye başlamış ve alışmış oldukları normal yaşantıları kendi nazarlarında anlamsızlaşmıştı ve bu durumu sorgulamışlardır. (Bu vesileyle birçok Hristiyan, İslâm’ı seçerek Müslüman olmuştur.) “Tıpkı Peygamber efendimiz Hazreti Muhammed (S.A.V.)’in peygamberlik görevine henüz başlamadan önce kendisinde bulunan olağanüstü durum/haller gibi (çevresince güvenilir, emin ve saygınlık gibi) Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’de benzer kader-halleri taşımıştır.’’ “Ailesi, Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’yi cezalandırmak zorunda kalmış!” Bu nedenlerle ailesi Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’yi söz konusu toplantı ve programlara götürmek yerine oğullarını evde yalnız bırakmak sûretiyle kendi inançlarına göre cezalandırdıklarını düşünerek sözde vicdanını rahatlatmışlardı. Oysa ki Sâdikat ( Sadıklar Yolu)’ın kurucu eğitmeni Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’nin bu durum çok işine gelmiştir. Bunun kendisine Allah (C.C.) tarafından fırsat olarak verildiğini düşünen Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) artık yalnız başına olduğundan kendisini manevi anlamda İslami bilgilere yönelik destekleyici, çeşitli ilim tahsisine adamıştır. Silsile büyüklerinden Hace Abdülhalik Göcdüvani (K.S.A.)’yi yetiştiren Hazreti Hızır (A.S.), Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’yi de eğitip yetiştirmiştir Kendisini tanıyan İslam alimleri ve ulemaları bu nadir-önemli durumu şöyle açıklamıştır; ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) gelecekte önemli görevler üstlenecek ve dünya üzerinde İslamiyet adına büyük hizmetler vermek suretiyle, denge sağlayacak bir misyon taşıdığından “Nakşibendiliğin 11 Ana prensibi” diye bilinen ancak, tüzel olarak belki ama toplumlar nezdinde unutulmaya yüz tutmuş ve bu nedenle de uygulanmayan metotlar üzerinde, hassasiyet göstereceği için, kendisini maneviyat aleminden ve özellikle de Hızır Aleyhisselam tarafından eğitilip yetiştirildiğinin kanaatini taşıyoruz. Bu durumun silsile geçmişinde de örneği vardır ki Silsile büyüklerinden Hace Abdülhalik Göcdüvani (K.S.A.)’de aynı uygulama-yöntemle eğitilerek, yetiştirilmiştir.’ Küçük yaşlarında; Kur’an meâli, namaz seccadesi, tesbih, misvak ve İslam alimlerine ait olan bazı kitaplar sipariş etmiş! ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’da ailesinin toplantılara veya çeşitli özel programlara (Almanların her yıl yaptığı Paskalya-DON gibi sözde dini etkinlikler) giderken: ‘oğlum eve geri döndüğümüzde sana ne getirelim, canın ne istiyorsa söyle!’ dediklerinde, Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’de kendilerinden “açıklamalı Kur’an ve meali, namaz seccadesi, tesbih, misvak ve İslam alimlerine ait olan bazı kitaplar…” istemiş, bu siparişlerin alınarak kendisine getirilmesini talep etmiştir. Aile ise bu istekler karşısında büyük kaygı-endişeler taşısa da yerine getirmek zorunda kalmıştır. İstekte bulunduğu kitaplardan bazıları şöyle: MÜRŞİD’E EDEP KARA DAVUT KALPLERİN KEŞFİ ŞEYTANIN HİLELERİ VELİLER VE TARİKATLARDA USÜL… Hristiyanlıktan İslam dinine geçeceğini ilk ailesine açıkladı: ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) henüz çocuk yaşlarda kendisindeki olağanüstü farklılıklar ile açığa çıkarak kendisini göstermiş, artık bir duruş sergilemek zorunda kalmıştır. Bu nedenle 5-6 yaşlarında olan Sâdikat ( Sadıklar Yolu)’ın kurucusu Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) ailesine yönelmiş, “Hayatının dönüm noktasında olduğunu ve bu noktadan itibaren yaşantısının kendi tasarrufunda bulunmadığını belirterek, İslam dinine geçmeyi ve bundan sonraki yaşantısını da İslamiyet dinine bağ/intisap etmek sûretiyle Müslümanlığa uygun bir hayat sürdürmeyi tercih ettiğini’’beyan etmiştir. Aile,’Hristiyanlıktan çıkar, islâm dinîne geçersen, seni evlatlıktan reddederiz!’ ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’in ailesi artık dayanamamış ve büyük bir tepki göstermiştir; çünkü ailesi Hristiyan aleminde kendi inançlarına göre önemli görevlerde olduğu ve Hristiyan inancında bunun mümkün olmadığını hatta sergilemiş olduğu bu istek/tercihine son vermediği takdirde ’Hristiyanlıktan çıkar, İslâm dînine geçersen seni evlatlıktan reddederiz!’ diyerek kendisini çok sert bir dille uyarmışlardır. İslâmiyet’i tercih ettiği için evlatlıktan reddedilmiş ve yalnızlığa terkedilmiştir. Ancak, ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) bu tercihi ile birlikte İslamiyet’i seçerek kendini Müslümanlığa adama isteğinde ısrarcı davranmış ve İslam’a geçmiştir. Bu nedenle henüz çocuk yaşlarda olmasına rağmen ailesi tarafından “evlatlıktan reddedilmiş” ve tek başına bir hayat yaşamasına yönelik cezalandırılarak, geri kalan hayatında yalnızlığa terkedilmiştir.  Oysaki, Allah (C.C.) Kur’an’da “Haberiniz olsun ki Allah’ın velileri için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacak/olacak değillerdir.”(Yunus:62) şeklinde buyurarak tüm veli-müminleri koruma-güvence altına almıştır. “Rashid” olan isminin “Raşid İbrahim” olarak değiştirilmesi Müslümanlığa geçişinden bir müddet sonra bir gece Hazreti İbrahim (A.S.) ile Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V.) ile birlikte rüyasına gelir ve kulağına ezan okurlar, “Rashid” olan mevcut ismini de “Raşid İbrahim” şeklinde seslendirerek değiştirirler. Böylece artık kendisi Rashid olarak değil “Raşid İbrahim” diye anılır-çağrılır. Kanaat önderleri: ’Kendisinin Allah dostu bir Evliya olduğuna kanaatimiz tam!’ Bu durumu kendisini tanıyan İslam ulemaları şöyle izah etmektedir: ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) tam bir Peygamber sünnet-varisi gibi davranmaktadır. Öyle ki sergilediği olağanüstü halleri hayatın normal olağan akışına uygun olmayan manevi davranışları vardır. Kalp gözü (basireti/manevi gözler)’nün açık olmasıyla beraber keşfi (Tayy-ı mekân) alemde Seyr-an (aynı anda birden fazla yerde ruhen-bedenen bulunabilen) edebilen ve özellikle etrafında bulunan bazı Nadide (Tıpta çare-tedavisi zor olan ve bâzı dermansız hastalıklar) hastalıklara yönelik Allah (C.C.)’ın yardımıyla tıp-alternatif tıp ile çâre üretebilen biri olduğuna şahit olduğumuzdan dolayı onun Allah (C.C.) tarafından dünya toplumuna özel olarak seçilmiş ve yetiştirilerek gönderildiğini inancımız güçlenmiştir. Tüm bu gelişmeler ışığında kendisinin Allah dostu bir Evliya olduğuna kanaatimiz tam!’ Şeklinde açıklamalarda bulunmuşlardır. Yüksek lisans ve doktorasını da tamamlamış ve Uzman Klinik Psikolog unvanı kazanmıştır. ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) tamamen kendisini ilim sahibi olmak ve bilimsel anlamda geliştirmek amacıyla yapılan faaliyetlere adamıştır. Henüz çok küçük yaşlarda olmasına rağmen önemli ölçüde bir ilme sahip olmuş ve derinleşen İslami ve dini literatürdeki tüm geleneksel ve kültürel değerler sayesinde bilgi ve birikim elde etmiştir. Hatta tüm bu tecrübeler yetmemiş ki, ruhsal iletişime merak sarmış ve bu alanda kendisini geliştirmiştir. Öyle ki ilim tahsisi ve öğretim tahsilini bu yönde tercih etmiş ve bu sayede tüm okullarını derece-başarı ile tamamlayıp nihayetinde Uzman Klinik Psikolog unvanına sahip olmuş ve yüksek lisansı ile birlikte doktorasını da tamamlamıştır. Tıp literatürü ve kuramlar üzerinden metotsal uygulamalarla, çevresindeki insanlara tıbbi ve içsel-manevi destek vermeye başladı. ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) artık uzman klinik psikolog statüsüne erişmiş ve bu imkân/yetki sayesinde hem akademik hem de manevi anlamda çevresindeki insanlara yönelik psikolojik-tıbbi ve içsel yolculuk anlamında ve hiçbir menfi çıkar gözetmeden tamamen “gönüllülük’’ esasına dayalı olarak bedelsiz danışmanlık vermeye başlamıştır. Bu sayede birçok insanın Müslüman olmasına vesile olmuş ve hatta bu yüzden çalıştığı bazı hastane yönetimi tarafından kovulmak suretiyle kendisinin işine son verilmiştir. Yol haritasını Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye ışığında özelliklede 3 Ayet ve 3 Hadisi Şerif riyâsetinde belirlemiştir. ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) üzerinde hassasiyet ile durduğu Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye ışığında özellikle de 3 Ayet ve 3 Hadis-i Şerif dengesi üzerinde belirlemiştir. Söz konusu bu 3 Ayet-i Kerime ve 3 Hadis-i Şerif bünyesinde tüm yol haritasını çizerek sevenlerine(ihvânına) yol göstererek birlikte yol yürümektedir. Üç Ayet ve Hadis-i Şerifler şunlar: -“Ben insanları ve cinleri ancak bana ‘kulluk’ yapsınlar diye yarattım!” Zâriyât Suresi /56 -Ey Mutmain olmuş nefs, Sen O’ndan razı, O da senden hoşnut olarak rabbine dön, Böylece seçilmiş (sadıklar) kullarımın arasına sen de katıl ve Cennetime gir! Fecr Süresi 27,28,29-30 -”Ey Muhammed! Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh Rabbimin bildiği bir iştir ve size ilimden ancak az bir şey-ilim verilmiştir.” İsrâ Suresi /85 -“Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası ‘KALP’ dir.” Hadis-i Şerif -“İlim Çin’de de olsa ‘gidip bulun’ ve alın!” Hadis-i Şerif -“Allah güzeldir, güzelliği sever.” Hadis-i Şerif Üç Ayet ve Hadis-i Şerif açıklamaları da şöyledir: 1.Ayet- /Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım! ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr.Râshid İbrahim Haake (K.S.A.), Zâriyât suresinin 56.Ayetinde (Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.) ki sırrın sorumluluğunu üstlenmiş ve sadece kulların değil, tüm varlıkların Allah (C.C.)‘a kulluk yapmasını ve yapabilmesini sağlayacak uygulamaları geliştirmiş ve tüm aleme bu uygulamaların Müslüman’ın aslî görevi gereği, yaşamın olağan akışına uygun şekilde hayata geçmesi ve bunun mutlak sürdürülmesini sağlamıştır. Tüm mesele ilim-bilim ışığında kulluk vazifesini yerine getirmek amacıyla, gaflette bulunanları uyandırmak ve bilinçlilik hâlini kendilerine aşılamak üzere farkındalık oluşturarak hayata geçirmiştir. Düşünür bir Alim, bir sözünde; “Bir insanın bedeninden herhangi bir yerini tedavi etmek amacıyla ameliyat edebilmek için o kişiyi bayıltmak (narkoz-anestezi) gerekir, ancak sağlıklı bir insanın akıl-kalbine yönelik manevi-içsel anlamda tedavi yapabilmek için de o kişiyi uyandırmak (gafletten uyandırmak) gerekir” demiştir. İnsanlar gaflette ve uykudadır. Ancak Müminler bilinçlilik hali üzere uyanıktır ve daima Nörolan (beynin sarmal-sarmaşığı) ağları net olup karmaşık değildir. Bu sebeple Mevlâ hazretleri insanları-cinleri kendisine kulluk etmeleri için lütufta bulunarak imkân tanımış ve bu fırsatı da kendilerine vermiştir. 2.Ayet- /Fecr Süresi 27,28,29-30: ‘’Hayat, ’Mutmainne’ye ulaşabilmek için bir fırsattır.’’ ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.), Hayat;”Mutmainne’ye ulaşabilmek için bir fırsattır” söyleminin denklemsel bir yöntem ve metot olduğunu vurgulamaktadır.  Bu durumu Fecr sûresinin son ayetlerinden olan; “Ey huzura (Nefs-i Mutmainne) eren nefis! Râzı edici ve râzı edilmiş olarak Rabbine dön! Seçilmiş kullarım arasına gir! Cennetime gir!” hitabını, mü’mine verilmiş çok anlamlı bir fırsat-imkân ve lütuf olarak değerlendirmiştir. Bu kapsamda Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.), “Mutmain makamı bir müminin kendisini nefsin basamaklarından ‘Nefs-i Mutmainne’ye ulaştırarak yaradanın rızâsını kazanması için verilmiş bir lütûftur. Allah (C.C.)’a şükürler olsun. Bize bu imkânı verdiği için hamdolsun.” demiştir. ‘Ruh hastalığı’ diye bir şey yoktur; ‘Kalp sağlığı’ ile ‘Akıl sağlığı’ hastalığı vardır! ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.), dünya genelinde bulunan Ruh ve Sinir Hastalıkları hekimleri ve aynı alanda uluslararası makaleleri bulunan bilim insanları tarafından takdir edilmiş ve ödüllendirilmiş. Genel kuram-literatür başta olmak üzere kendi çalışmaları nezdinde de ‘Ruh hastalığı’diye bir şey yoktur; ‘Kalp sağlığı’ ile ‘Akıl sağlığı’ hastalığı vardır!  Bu kanaat-tezini de kendi yaşamı başta olmak üzere muayene ve tedaviye gelen tüm hastalarına entegre ederek meselenin tamamen akıl ve kalp kaidesi-çerçevesinde olduğunu benimsemiştir. Söz konusu bu durumun delilini ayet ve hadislere dayandırarak örneklerle kaynaklandırmıştır. 3.Ayet- /Bir ayeti kerimede de Allah cc.;”Ey Muhammed! Sana ruhtan soruyorlar. De ki: “Ruh Rabbim’in bildiği bir iştir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.“ Bu ayetteki izahat ile buyurarak ‘Ruh’ ile ilgili meseleleri derinleştirmek bir kenara Allah (C.C.) kurcalama konusunda bile bizleri uyarmıştır!.. Kurcalamamak üzerine fikir yürütmemek gerekir. 1.Hadis- /Şöyle ki; Hazreti Muhammed (S.A.V.) bir hadisi şerifte,  ’Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası “KALP” dir. 2.Hadis- /İlim Çin’de de olsa, gidip bulun ve alın… İnsanlık tarihinin ilim-bilim ve hikmet açısından en görkemli dönemi olan İslam medeniyetini anlamanın oldukça önemli bir husus olduğunu söyleyen Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.), “7 kıtada İslam medeniyetinin anlamlı ve çok güçlü izleri bulunmaktadır. Her birimiz ilim-bilim için geldik. İlme talip olduk. Hayatımızın tamamını ilim-bilim yolunda tüketmeliyiz. ‘Emr-i bi’l ma’rûf  ve nehy-i anil münker’ her Müslümana yönelik verilen bir görev ve yerine getirmesi gereken ‘farzdır’. Bu kapsamda peygamber efendimiz: ‘İlim Çin’de de olsa gidiniz alınız.’ Diye buyurmuştur. Yani “beşikten mezara kadar ilim” herkese farzdır, bütün Müslümanlara farzdır”. buyurmuştur. 3.Hadis- /Allah güzeldir, güzelliği sever… ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.), ‘’bir ayet bizlere “Allah güzeldir, güzelliği sever.” diye bilgi vermiştir. Her varlıkta mutlak bir güzellik vardır. Japonların Yin Yang felsefesi de böylesi bir mesaj vermiştir. Nitekim Hazreti Muhammed (S.A.V.) Bir yerden geçerken sahabe ile bir köpek cesedine denk gelir ve yanındakiler kokusundan rahatsız olur, Efendimiz ise ‘bakın ne güzel dişleri var’ deyip Allah (C.C.)’ın yarattığı bütüncülde güzelliği görmüş ve günümüze ışık tutarak her şeyde bir güzellik görmemizi sağlaması için bizlere farkındalık oluşturmuştur.” Bilgisini aktarmıştır. ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)'nin Mürşidi ile ilk kez karşılaşması ve  sürdürülebilir ilişkisi Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.)‘ün Mürşidi-şeyhi Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutb-ül Ektab) (K.S.A.)’ın; Nakşibendi ve diğer tarik kolları ile alakalı icazet makamının ‘Kutb-ül Ektab‘ (Cihan-evrenin manevi anlamdaki iradesini sevk ve idare eden) derecesinde olması münâsebetiyle, dünyanın doğusunda (Türkiye-Türki Cumhuriyetleri-Arap ülkeleri) bizzat kendisi tasarrufta bulunmuş. Evrenin Batısında (Avrupa) ise de, Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.)‘ü görevlendirmiştir. Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutb-ül Ektab) (K.S.A.), Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.)‘ü öncesinde Almanya’nın ‘Berlin‘ şehrine göndermek suretiyle ‘Güneş bir gün batıdan doğacak!‘ Hadisi Şerifinin vukû bulması gayesini amaç edinmiş, murâd eylemiştir. Kutb-ül Ektab Bedir Karahan(K.S.A.), bu minvalde 1950’li yıllarda Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.)’ü Almanya’ya gitmesi Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh Bedir Karahan (Kutb-ül Ektab) (K.S.A.), bu minvalde 1950’li yıllarda Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.)’ü Almanya’ya gitmesi için zuhurat aleminde kendisine hikmet ile nazar etmiştir.” Almanya’ya gönderilen ve zuhurat aleminde kendisine hikmet ile nazar edilen Mevlana Şeyh Hüseyin Gümüş (K.S.A.) bu sayede, İslam sancağının tüm Avrupa genelinde dalgalanmasına öncü olmuş ki, yoğun ve samimi bir Müslümanlık yaşantısı üzerinden diğer Türk ve çeşitli Müslüman ülkelerine münhasır olan tarikat camiası ile cemaatlere de kapı açılarak, dergahların ve çeşitli STK’ların kurulmasının önü açılarak, temsilcilik ve şûbelerinin açılmasına vesile olmuştur. İşte bu kutlu-mukaddes yolun başlangıcına imza atanlar arasında bulunan ve bu anlamlı görevini hâlen de sürdüren ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) ile Mürşidi Kâmil Sultan Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.) ile karşılaşması yine manevi anlamda bir yönlendirmenin vesilesi ile olduğu düşünülmektedir. Öyle ki, Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’in bir arkadaşı kendisine gelerek Almanya içinde bir yere sohbete gideceğini belirtir ve oraya da “bir evliyanın misafir olarak geleceğinin” bilgisine ulaştığını söyler. O dönemi yaşayanlar bilir ki, Almanların özellikle İslamiyete yönelik ciddi manada antipatisi olduğundan öyle birkaç kişi bir yerde toplanıp sohbet etmesi mümkün değildi. Oysaki, Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’da ‘Evliya’ kelimesini duyar duymaz kalbine bir kıvılcım yüreğine de bir kor ateş sıcaklığı düşer. Hatta o arkadaşı Almanların yaptırımlarından korkar ve son anda gitmekten vazgeçer ancak bu defa da Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) ısrarcı davranarak kendisini ikna eder ve giderek birlikte sohbete katılırlar. Toplanılan yere gelen o evliya Efendi Baba  Hüseyin Gümüş (K.S.A.)’ten başkası değildir. İlk karşılaşma da ‘bir sır zuhûr eder’, Mürşidi Kâmil Sultan Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.) kalabalık bir ortamda bulunmasına rağmen keramet göstermiş ve direk o kalabalık arasında gözlerini direk Mürşidi Kâmil Sultan Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.)’e çevirerek beden dili ile yanına kadar gelmesini işaret eder ve şöyle seslenir; “Râşid efendi, sen benim için yaratılmışsın bende senin için…” Hemen sözlerinin akabinde şöyle devam eder, “buraya da senin için gönderildim!” şeklinde bilgi verir. Oysaki, Mürşidi Kâmil Sultan Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.) ile Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) önceden tanışmamış ve asla birbirlerini görmemişlerdir. Birbirinin henüz adını dahi bilmezken Mürşid-i Kâmil Sultan Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.)’ün isim telaffuz ederek ‘’Râşid efendi’’ diye hitap etmesi oradakilerin hayranlık ve şaşkınlığına neden olmuştur. Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’ye de zaten tam da o anda bir şeyler olur ve ateşin odunu yaktığı gibi kızarır ve tüm vücudu tıpkı alev alev yanar. Bu durum karşısında soğuk kanlı bir davranış gösteren Mürşidi Kâmil Sultan Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.) hemen Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’ in ellerini tutar ve kendisine sıkıca sarılır. Bir müddet sonra sarılma yerini sesli yapılan halkayı zikir şekline dönüşür ki, yüksek sesle ismi celal (Allah, Allah, Allah) komutu ile zikre başlarlar ve bu zikir birkaç saat öylece sürer.  Öyle ki zikrin bitimin de Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) artık tüm ilmini, bilgisini ve tecrübelerini sanki bir yere emanet bırakmış gibi kendisini boş bir çeyiz sandığı gibi hisseder. Kaldı ki, bu durum artık Mürşid-i Kâmil Sultan Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.) ile her karşılaşmasında ve son nefesine kadar da böyle sürer. Büyüklerin de dediği gibi, ”Alim’in yanında dilini, Evliya’nın yanında da kalbini tut” düstur-sözünce şeyh-mürşîdine edep üzere saygı ve hürmette hiç kusur işlememiştir. Mürşidi Kâmil Sultan Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A. - Efendi Baba)’ün Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’yi hicrete (İsviçre) göndermesi ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’in aile baskısı ve ailesini tanıyan siyasi ve bürokrat yetkilerin kendisi üzerinde uyguladıkları Mobbing artık dayanılmayacak bir hal almıştır. Kendisi gibi hekim olan ve bölgesindeki özel bir hastanede sağlık yöneticisi (başhemşire) görevinde bulunan eşi Hacı Kadriye Haake (Hacı anne) hanımefendi ile birlikte İsviçre’nin Basel şehrine hicret etmek suretiyle taşınır ve bundan sonraki hayatını burada devam ettirmek zorunda kalır. Çünkü ailesi kendisini İslam’ı seçtiği için evlatlıktan reddetmiş, akrabaları ve tüm arkadaşları yine aynı tepkiyi göstermiş ve dostane ilişkiler yerini artık kin ve nefrete dönüştürmüştür. Ancak, Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’in kalbi Allah (C.C.), Resulullah (S.A.V.) ve manevi babası Mürşidi Kâmil Sultan Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A)’ün aşkı ile atar. Sahabelerden Hz. Musab Bin Umeyr (R.A.)’in yaşadıklarına benzer bir minvalde kendisini, ailesini ve tüm benliğini bu mukaddes yolun bekâsı, refâhı ve huzuruna, huzurunu feda ederek kalan hayatını böyle sürdürmeye devam eder. (Allah C.C. onlardan razı olsun.) ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) sevenleri/ihvanına yönelik Tassavûfî terbiye ile Nakşibendiliğin unutulmaya yüz tutmuş ana prensipleri aşılaması: Silsile büyüklerinden olan ve Hazreti Hızır Aleyhisselâmın bizzat mana aleminden müdâhale ederek ve eğiterek kendisini yetiştirdiğine inanılan AbdulHalik Göcdüvani (K.S.A.)’nın 8, bir rivayete göre de 7 olan, Nakşibendi yolunun kurucusu Hace-i Muhammed Bahaüddin Şah-ı Nakşibendi (K.S.A.)’nın ise de 3, bir rivayete göre de 4 olan ki, toplamda 11 adet ana prensip bulunan ve bu prensipleri sistemselleştirip, önce kendi ve aileleri üzerinde akabinde sevenleri/ihvanı üzerinden de tüm dünyaya yayılmasını başarmışlardır. Hatta Osmanlı padişahlarının savaş-sefere giderken veya ulusal (milletlerarası) önemli bir karar aldıklarında yanındaki şeyhülislam alimleri aracılığıyla bu tekniksel uygulamaları kullandıkları Türkiye Cumhuriyeti riyasetindeki, ‘Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivleri’nde kayıtlıdır. (Allah C.C. onlardan razı olsun) ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr.Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’nin Tassavufi terbiye ile Nakşibendi yolunun temel uygulamaları olan ve unutulmaya yüz tutmuş bu ‘11 Ana prensipler’i dikkate ve nazara alarak eğitim programları ile bilgilendirmiş ve bu uygulamaları da metotsal tekniklerle hayatlarına entegre etmek suretiyle yaşamlarını bilinçlilik hali üzere bir düzene getirmiştir. Özellikle de ana prensiplerden 4 (dört) prensip uygulamasına yönelik hassasiyet göstermiş ve bu hususta sevenler-ihvanına da ehemmiyet göstermelerine tavsiye etmiştir. Her ne kadar 11 ana prensipleri merkeze almışsa da öncelik verdiği ve hayatın normal olağan akışına uygun olarak kabul gördüğü 4 ana prensibi daha yakından takip etmiş ve sevenleri-ihvanlarına uygulatarak bu sayede hayatlarına nakşetmiştir. ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’in tavsiye ettiği; Huzur, huşu ve motivasyonun kaynağı 11 ana prensiplerden 4 tanesi: Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’in tavsiye ederek önerdiği Tasavvufi terbiye ile Nakşibendi yolunun temelinde bulunan öncelikli 4 (dört) prensipler sırasıyla şöyledir: 1-Huş-der Dem (Nefes alma teknikleri ile mekanizmasal Allah’ı zikretme) 2-Sefer-der Vatan (Tatilde bulunan turist gibi dünyada turist halini yaşama) 3-Nigah-ı Daşt (Akıl-kalbe gelen olumsuz düşünceleri görme ve yönetme) 4-Halvet-Der Encümen (Kalabalıkta yalnızlık hissetme-hakla olma)’dir. Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) böylece bu 4 prensipleri metotsal uygulamalar üzerinden sevenleri/ihvanının hayatına entegre ederek farkındalık ile bilinçlilik halini sürdürebilmelerini sağlamıştır. ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Dr. Rashid İbrahim Haake (K.S.A.)’nin Dünya genelinde bulunan bâzı önemli velilerle temas ve ilişkileri Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) Türkiye’de ve Dünya genelinde bulunan bâzı önemli veli, evliya ve mürşitlerle doğrudan temasta bulunmuş ve onlarla zâhiri ve mânevî ilişkiler kurmuştur. Kimilerini misafir ederek, kimilerinin bizzat ayağına kadar giderek, kimileri ile de Hac-Umre vazifesi görevini edâ ettiği sıralarda Allah (C.C.)’ın yardımı ile bir araya gelmiştir. “Bir ağacın dallarıyız. Kökümüz de bir gövdemiz de…” sözü-düstûru ile İslam’ın mukaddes yolunda, birlikte gönüllü hizmetler kapsamında bir çok önemli  programlar yapmıştır. Temasta bulunduğu velilerden bazıları; Kutb-ul Ula Zekeriya Buhari (K.S.A.) Kutb-ul Azam Abdullah Habeşi (K.S.A.) Kutb-ul Aktab  Bedir Karahan (K.S.A.) Mürşidi Kâmil Musa Topbaş (K.S.) Müceddid Mahmud Ustaosmanoğlu (K.S.) Şeyh Nazım Hakkan/Kıbrıs-i (K.S.) Şeyh M. Seyyid Baba Surûcî (K.S.) Mevlana Mürşid Muzaffer Özak (K.S.) Sultan Abdullah el Darkav-i (K.S.) Seyyid Şeyh A. Muhammed El Haznevî (K.S.) gibi Allah dostları ile temas kurmuş ve birlikte bazı manevi hizmetleri sürdürmüştür. (Allah cennetinde de buluştursun. ÂMİN.) SÂDİKAT (SADIKLAR YOLU) UYGULAMASI BAŞLAMIŞ, ‘TARİKAT’ UYGULAMASI’DA ARTIK SONA ERMİŞTİR. Yeryüzünde artık ‘Tarikat’ (mukaddes yol) gelenek-uygulaması kalmamıştır. Tarikat (mukaddes yol) gelenek-uygulaması ile alakalı dünyanın bütün coğrafyalarındaki tüm sürdürülebilirliği mâlesef sona ermiş ve işlevselliğini tamamen yitirmiştir. ”Bu duruma sebep olarak, insan hırslarının devreye girmesi ve buna bağlı yanlış uygulamaların baş göstermesi diyebiliriz.” Bundan böyle tarikat (mukaddes yol)’in kendisi değil, kendi içlerinde bölünmüş ‘lakapsal kitle’veya çeşitli ‘cemaat’ isimleri adı altında varlığını bir şekilde sürdüren gruplar kalmıştır. SÂDİKAT (SADIKLAR YOLU) nedir? ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu), Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) silsilesi riyasetinde tekniksel usul ve yöntemsel olarak yeni bir yol ve yeni bir isim-uygulama olarak başlatılmıştır. İsmini de Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.)’ın kendisinden almakta ki, “Sadakat, Sıddıklık, Yolda Sadık ve Yoldaki Sadık” gibi güven ve huşu ile huzur verici anlam-manalar taşımaktadır. ”Sâdikat ( Sadıklar Yolu), tamamen bilimsel kuram, ilim ve metotsal uygulamalara dayalı bir eğitim mekanizması ve hayatın olağan akışına uygun bir şekilde İslam medeniyetini hayata entegre edilebilecek bir yaşam biçimini üstlenmiştir.” Öyle ki, Allah cc. Kur’an da: ‘Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten korkun-sakının ve “sadıklarla” beraber olun.’ Şeklinde buyurarak, insanlar içinde sadece “iman edenlere’’ yönelik uyarı ve bilgilendirme ile yönlendirmektedir. Yani her iman ehli ve iman edecek insan “Sadıklar” la beraber olmalıdır. Bu Allah (C.C.)’ın farz-em ‘Sadıklık’ ne demek, anlamı ve manası nedir? Sadıklık önemli bir meseledir ve manası da çok derindir. Sadıklılığın Allah (C.C.) nazarında ve mana aleminde özel-önemli bir ayrıcalığı vardır. Şöyle ki, sadıklık genelde Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) efendimiz ile ölçülendirerek bizlere örnek gösterilir ki, bu örnekleme de en doğru olanıdır. Mesela yeryüzünde başka hiçbir insana ‘’EKBER’’diye manen lakap-isim verilmemiştir. Oysaki Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) efendimize bu anlamda ‘’EKBER’’ ismi (SIDDIK-I EKBER) lakap-isim verilerek kendisi yeryüzünde de mana aleminde de izzetle şereflendirilmiştir. Peki ezanlarımızda ’’ALLAH-U EKBER’’ diye söylerken ve sadece Allah (C.C.)’a ait olduğunu bildiğimiz böylesi yüce ve mukaddes bir hitap neden bir insana verildi? Bu konuya, ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) şöyle ışık tutarak aydınlatıyor; biz ezan okurken veya zikr ile Allah (c.c)’ı tesbih ederken dile getirerek söylediğimiz ’’ALLAH-U EKBER’’ hitap/nidası dünyadaki tüm toplumlarda aslında doğru bilinmemektedir. Şöyleki,’’ALLAH-U EKBER, ALLAH-U EKBER’’ hitap-nidası ’’ALLAH BÜYÜK-BİR-YÜCEDİR, ALLAH BÜYÜK-ULU-YÜCEDİR’’ şeklindeki mana-anlam ile bilinmektedir. Oysaki bu bilinen ’’ALLAH BÜYÜK-BİR-YÜCEDİR, ALLAH BÜYÜK-ULU-YÜCEDİR’’ şeklindeki mana-anlam, ululuk ve yücelik mana-anlamını değil de ’’ÖNCE’’ mana-anlamını taşımaktadır. Yani meseleyi biraz daha derinleştirmek gerekirse şöyle, tüm inananları namaza davet etmek için ezan okunurken ’’ALLAH-U EKBER, ALLAH-U EKBER’’ hitap-nidası ile ’’ALLAH BÜYÜK-BİR-YÜCEDİR, ALLAH BÜYÜK-ULU-YÜCEDİR’’ şeklinde değil de aslında ’’ALLAH ÖNCE, ALLAH ÖNCE’’ şeklinde demek istiyoruz. Zikir ve tesbihatlarımızda da bu böyledir. Biz, ’’ALLAH-U EKBER, ALLAH-U EKBER’’ hitap-nidâsı ile aslında ’’ALLAH ÖNCE, ALLAH ÖNCE’’ şeklindeki mânâ-anlamını taşıyoruz. Namaza davet ederken ezanla, tüm evrene, dünyaya ve tüm topluluklara Allah (c.c)’ın her şeyden önce olduğunu ve meşguliyetlerini hemen bir kenara bırakmalarını gerektiğini ve Allah (c.c)’ın her şeyden önce olması gerçeğini hatırlatıyoruz. Aklen düşünenler de bilir ki, mantık-doğrusu da budur. Zaten birçok ayette Namazın önemi ve tüm fenalıklardan koruduğunu ve şüphesiz her şeyden önce geldiğinin bilgisi bize söylenir ve uyarılırız. Tüm bu nedenlerden ötürü genel hayatın tümünde Allah (C.C.)’ın her tüm masivadan önceliği olduğunun farkındalığını bilinç altındaki nörolan sarmal-ağlara işliyor-gönderiyoruz. Bunun sebebi de unutmamaktır. İnsanoğlu doğası gereği unutmaya meyil eden bir varlık olarak yaratılmıştır. Şeytan-nefsin çok kolaylıkla düşüncelerimize müdahale edebildiği bu alanda Allah (C.C.)’ın her şeyden önce geleceğini bir-her an bile unutmadan-hatırlamak ve daima bilinç altına gönderilmiş bilgi-varlığı gün yüzüne çıkarmak suretiyle gerçekle yüzleşmeliyiz. Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.)’a ‘’EKBER’’ ismi (SIDDIK-I EKBER) neden verildi? Şimdi gelelim o güzel insan ve o şerefli sadık dosta! Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) efendimize ‘’EKBER’’ ismi (SIDDIK-I EKBER) ile neden şereflendirilmiştir. Neden kendisine sadece Allah (C.C.)’a (haşa)ait olan bir sıfat yüklüyoruz. Kendisini neden ’EKBER’’ ismi (SIDDIK-I EKBER) ile çağırıyor-anıyoruz? Çünkü, Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) efendimiz ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER) tüm sahabelerden ‘ÖNCE’ gelir. Öyle ki ilk iman eden ve ilk efendimize tabi olan ve onun için ‘o ne diyorsa doğrudur’ diyendir. Tüm malını mülkünü ve sahip olduğu tüm kişilik haklarını elinin tersi ile islam ve peygamberimiz için tereddütsüz bir kenara atmak sûretiyle iten kişinin adıdır Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER). Kendisi ile ilgili Allah (C.C.) tarafından izzetle şereflendirilen ayet de vardır. Mağarada, savaşlar ve her mücadelede peygamberimizin yanında ve hatta önünde duran kişinin adıdır Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER). Kızını O’nunla evlendiren ve diğer sahip olduğu varlığını, mülklerini feda eden kişinin adıdır Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER). Hazreti Ali (R.A.) efendimiz (bir rivayete göre Hazreti Ömer r.a.) ile yan yana bir kapıdan içeri girerlerken, Hazreti Ali (R.A.) efendimiz kendisine aman efendim önden buyurun siz daha önemlisiniz demişse de, Hazreti Ebu Bekir Sıddık;(R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER)’de olmaz önden sen girmelisin çünkü sen efendimin amcaoğlu’sun demiş. Bu duruş karşısında Hazreti Ali (R.A.) efendimiz pes etmemiş ve efendim ama sizde mağarada birlikte oldunuz ve nûr cemal-i gördünüz dese de, Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER)’da olmaz önden sen girmelisin çünkü sen efendimin damadı, Fatıma’nın da eşisin demiş. Karşılıklı bu onore etme-güzel atışma (bizlere örnek davranışlar) rivayetlere göre bir saat kadar sürmüş ki, nihayetinde ilmin kapısı o güzel insan Hazreti Ali (R.A.) efendimiz şöyle bir durur, bir derin nefes alır ve tebessüm ederek Hazreti Ebû Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER)’e şöyle der; ama sen de ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER)’sin… İşte o zaman bu onore etme-güzel atışma sona erer ve Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER) o kapıdan ‘ÖNCE’ girer ve görenler-duyanlar artık bilir ki, Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER) herkesten ve her şeyden önce gelir. İşte bizler de bu sayede ve bu mana-anlam ile Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.)’e ‘’SIDDIK-I EKBER’’ (SAHABELERİN ÖNCESİ-HER ŞEYDEN ÖNCE) diyoruz ve demeye de devam etmeliyiz. Tüm bu sebeplerle bizler de ayette buyrulduğu gibi Sadıklarla beraber olmalıyız ki, Sadıklık ölçüsünü de yine Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.)’tan ‘(SIDDIK-I EKBER) alınarak günümüze dek tertemiz bir şekilde getirilmiştir. İşte bu sebeptendir ki yeni yolumuzun adı SÂDİKAT (SADIKLAR YOLU) dır. Sadikat ( Sadıklar yolu)bu kutlu-mukaddes mirasın devamı ancak, tertemiz-pak olan yeni bir kimlik ve yeni bir oluşumudur. Sadikat ( Sadıklar yolu)’ın ölçüsü-kaynağı Kur’an-ı Kerim ve sahih hadislerdir. ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu)’ın ölçüsü ve kaynağı; tamamen Kur’an-ı Kerim ve sahih hadislerden oluşan ve özellikle de maneviyat iklimindeki mevcut iletişim araçlarını kullanmak suretiyle içsel yolculuk ile dünya hayatındaki yaşamı birbirine bağlayan yeni bir yol ve yeni bir yaşam biçimidir. Ahir zaman dediğimiz bu zaman içerisinde toplumsal ve coğrâfî anlamda yaşanan tüm felaketler, huzursuzluklar, üzüntüler ve kaygılar beraberinde endişeler yerini huzurlu, dingin ve içselleştirilmiş bir yaşam kaynağına dönüştürerek kalan ömrü huşû içerisinde geçirerek Allah (C.C.)’ın takdir ettiği ölçü çerçevesinde yaşam kalitesini sürdürmeye aracı olan, tekniksel uygulamadır. ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) günlük yaşantımızda İslam ölçüsüne uygun bir şekilde davranmak, eş, dost ve akrabalara iyi davranmak özelliklede ticari ve çeşitli alışverişlerde kul hakkına riayet ederek günü bitirmeyi dengeler. Nitekim tüm bu dengeler sayesinde derviş-ihvanlar Allah (C.C.)’ı zikr-anmak ve emirlerini böylece yerine getirir. Nitekim Bedir Efendi zaman ahir zamanıdır. Mürşid bir yerde oturup artık mürit beklemesi yanlış ki bunun zamanı da değildir. Çünkü zaman (Ahir-zaman) çok yakındır. Mümkün olduğunca saha-sokaklara dağılarak ve topluma karışarak hayatın normal olağan akışına uygun olarak hareket etmek ve etrafındaki gaflet uykusunda olan Müslümanlara tebliğde bulunmak gerekir. Bu tebliği yapabilmek ve İslam’ın vecibelerine ilişkin davet edeceğimiz yaşam biçimine uygun bir hayat sürmemizle mümkün. “Elinde sigara olan bir kişi sigaranın zararlarını anlatamaz!” Demezler mi önce adam ol da sen bırak diye! Dini terimleri kullanmak suretiyle topluma sesli davet etmek yerine örnek yaşantımız ile insanlara örnek olmamız gerekir. Tüm bu nedenle tebliğ ve davet önce kendimizden başlamalı ve söz konusu İslam’a uygun olan yaşam biçimini önce kendimize entegre etmeliyiz ki, toplumda söz sahipliği-saygınlık ile etki-tesirimiz olsun. Sadikat ( Sadıklar yolu)’ın günlük kısaca görev şeması ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu)’ın; “Ders-görev tertibatı şekil-yöntem ile günlük yaşamda sayısal olarak belli adetlerde, tevbe istiğfar (Estağfirullah-elazim), ismi celal (Allah,Allah,Allah), kelimeyi tevhit (Lâilaheillallah) ve çeşitli zikir telkinleri üzerinden salavat tesbihatları ile Allah (C.C.) ile manevi anlamda bilinçlilik hali ile iletişimi koparmadan bulunmayı sağlar.” Diğer taraftan aynı anda eş zamanlı olarak da 11 Ana prensip metotların içindeki 4 prensibin tekniksel uygulamasını hayatın normal olağan akışına uygun bir şekilde kullanarak huşu-huzur içinde günü Allah (C.C.)’ın bizden istediği yaşam biçimi ile tamamlamayı sağlar. ‘SÂDİKAT’ ile ‘TARİKAT’ Arasındaki fark! ‘SÂDİKAT’ ile ‘TARİKAT’ arasında ki aslında hiçbir fark yoktur. İki uygulama da Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) tarafından başlatılarak günümüze dek devam eden metotsal ve tekniksel uygulamalardır. Hayatın kendi içine yönelik entegre edilmek suretiyle insan yaşamına İslam dininin takdir ettiği ölçüsündeki koşullara uygun bir biçimde yaşamı sürdürmeye vesile olan tercihsel bir yaşam biçimidir. Ancak, Tarîkat (mukaddes yol), günümüz koşullarına bağlı ve konjonktürler gereği toplumsal ve kitlesel dengeleri korumak adına gaye-emellere alet edilmiş, bu nedenle, kutsal-mukaddes olan ismi de zihinlerde bulandırılmıştır. Tüm bu sebeplerden dolayı dünyanın hemen hemen tüm coğrafyalarında insanlar, topluluklar, gruplar ve aileler kutsal-mukaddes olan bu ismi (TARİKAT) günümüzdeki gelişmeler nezdinde oluşan olumsuz algıdan dolayı, dillendirmeye ve içinde bulunmaya korkmuş ve artık uzaklaşarak etrafını da bu tutum ve davranışı sergilemeleri için imtinâ etmiştir. Tarikat nefsi terbiye eden uygulamaları varken, insanlar kutsal-mukaddes olan bu varlığı nefsi ve menfi çıkarlarına göre kullanmak suretiyle diğer insanların nazarında kıymetini yitirmesine sebep olmuştur. Ne yazık ki kutsal/mukaddes olan bu yol (TARİKAT) artık insanlar ve toplumlar nezdinde değerini ve kıymetini yitirmiş ki artık kötü tanımlama ile anılmaktadır. Kâr amacı gütmeyen gibi görünseler de gelir elde eden STK’ları yöneten holding şirketleri: İlgili cemaat/grupları “iktisadi teşekkül” (ticari işletme) adı altında kâr amacı gütmeyen, çıkarları doğrultusunda hareket etmeyen gibi görünseler de gelir elde etmek amacıyla kurulmuş olan bir takım birlik-vakıf ve dernekler üzerinden yönetilen holdingler-şirketler vardır. Kaldı ki bu şirketleri yöneten sözde manevi önder/liderlerin de olağanüstü lüks ve şaşalı hayat yaşantıları bulunmaktadır. Kendi yaşamına münhasır elde ettiği kar (gelir) üzerinden mevcut lüks yaşantılarını halen devam ettiren ve ayakta durabilmek için söz konusu haksız kazanç ile elde edilen gelirin düzenli olarak ticari döngüsünü devam ettirmektedirler. Böylece günümüz dünyasında varlığını sürdüren cemaat/gruplarının neredeyse tamamı gelir elde etmek amacıyla gayret göstererek mücadele vermektedirler. Bugünün tarikat kolları (büyük bir çoğunluğu) manevi ölçüde ve çizgide değillerdir. Ancak, tarikat (mukaddes yol)’ın ana sermâyesi ise “gönüllü hizmet” esasına dayalı olduğundan ilgili sistematik mekanizma ile çelişmektedir. Tüm bu nedenlerle konjonktürel olarak günümüz koşullarında varlığını sürdürmek zorunda olan gruplar/cemaatler mâneviyat aleminin beklediği ölçüde ve tarikat (mukaddes yol) erkan ve adabının çizgisinde değillerdir. İşlevsellik şeması tamamen gelir elde etmek ve o gelirin büyük pasta/payesini de kendi bünyesinde kullanmak üzere dizayn etmişlerdir. Allah dostlarının bıraktığı mukaddes yol-mirası çocukları, torunları veya damatları ‘sözde’ taşıyor Ancak, bu gruplar/cemaatler önceden doğru istikamet ile tarikat (mukaddes yol) bünyesinde düzenli bir sistem üzerinden toplumsal meselelere ilişkin duyarlılık gösteren, farkındalık adına gayretle, gönüllü hizmetler veren Allah dostlarının da başında bulunduğu sistematik bir mekanizma ile toplumsal ve kitlesel olarak büyük hizmetler vermiş ve dünyadaki hemen hemen tüm coğrafyalarda etkinliklerini sürdürmüşlerdir. (Allah C.C. hepsinden razı olsun.) Fakat 2000’li yıllara gelindiğinde ve devamında bu Allah dostları bir bir görevlerini hakkıyla yerine getirmiş ve üstlenmiş oldukları sorumluluğun yetkilerini kullanmak sûretiyle gönüllü hizmetlerini başarı ile tamamlamıştır. Dolayısıyla bugüne bakıldığında, ilgili Allah dostlarının bıraktığı misyonu çocukları, torunları veya damatları ‘sözde‘ taşıyor. Ne hazindir ki mukaddes miraslar yarınlarımızın teminatı olan yeni nesil çocuklarımıza kötü örnek olmuş, ancak mukaddes yolun liderliğini liyakat (müsadeli) olan ehli yerine söz konusu kişiler tarafından işgal edilerek yıpratılmış ve dejenere edilmiştir. Bu sebeple de tüm toplumlar nezdinde kötü anılmış ve uzaklaşmalarına sebep olmuşlardır. (Allah C.C. hepsini hidayetle ıslah etsin. AMİN.) Ancak, birinci-ikinci derece çember-yakınında bulunarak Mürşidinin huzur-rahatlığı için “gönüllü” olarak hizmetine kendilerini adamış derviş-ihvanlar meselenin dışındadır. “Bal tutan parmağını yalar” düsturu ile onlar da Mürşidlerinin kazanım-maneviyatından faydalanarak nasiplenmişlerdir. (Allah C.C. o derviş-ihvanlardan razı olsun. AMİN.) “Mehdi gelecek ve bizi kurtaracak. Allah cc. da nûrunu böylece tamamlayacak…” diyenler, kolaya kaçıp gününü kurtarmaya çalışıyorlar. Allah dostlarının başlattığı veya sürdürdüğü tarikat (mukaddes yol) makamın da yeni lider sıfatıyla oturmak sûretiyle de yetkilerini etrafındaki tertemiz niyetli ve samimiyetle hizmet verenlere yönelik lider/önderlik yapmaktalar. İşte tam da buradaki duruşun adı ‘manevi makam’ değil, keyfi tercih ve uygulamalar üzerinden başlatılan misyona ait yolda, kendi arzuları ve kendilerine ait kriterlerle hareket etmektir. Günümüze dek de böyle gelmiş ve ne yazık ki halende böyle devam etmektedir. “Ayrıca, her alim, ulema veya bilgin bilir ki, Allah cc. Nûrunu tamamlayacaktır. Ancak, Ahir zaman dediğimiz bu zamanlar da Allah (C.C.)’ın nurunu tamamlayabilecek şekli, şeması veya sistemi toplumlar arasında henüz bilinmemektedir!..” Sorulduğunda ise, her bir cemaat/grubun verdiği cevap hemen hemen maalesef aynıdır. Şöyle ki; “Mehdi gelecek ve bizi kurtaracak. Allah C.C. da nûrunu böylece tamamlayacak…!” şeklindedir.  ”Oysa ki mücadeleci toplumlar veya gönüllü hizmet erleri de şunu çok iyi bilir ki, cefasız vefa, gayretsiz himmet/medet asla olmaz!” Ayrıca, toplum içine karışarak bir hayat sürmemiz gerekiyor. Aksi taktirde belli bir adreste oturup beklemek en kolayı ve en rahatıdır. Oysaki Allah (C.C.), “huzur-rahatlığı cennete koydum” diyor! Hazıra konulmaz. Taşın altına elini ve dair gövdesini koymadan bu kutlu ve mukaddes (TARİKAT) yolda yürünmez. Kaldı ki yol (tarikat-mukaddes yol)’da yürümek bir kenara, bir de sözde yolun kurucusu, önderi ve lideri gibi hareket ederek, etrafında kendisine inanmış ve samimi niyetle gönüllü hizmet verenlere yönelik ‘patron-ağalık sistemi’ gibi davranarak kul/yetim hakkına girmek sûretiyle önemli gelirler temin ederek, günlük geçimini sağlamak asla doğru değil!.. “Oysa ki, Allah dostları tarikat (mukaddes yol) ve kutsal davasına hizmet verirken kâr amacı gütmemiş, aksine evindeki bulunan son bir tas çorba ile cebindeki son birkaç akçesini dahi tereddütsüz feda etmişlerdir.” (Allah C.C. onlardan razı olsun) Günümüz Tarikat kolları ve yöneticilerinin yaşam tarzı ve felsefesi: Tarikat (mukaddes yol), lüks araçlara binerek, etrafında onlarca hazır kıta korumalarla dolaşan, emekçi işçilerin askeri ücretle bile alamayacağı üzerindeki elbiselerle, her gün iki üç paket sigara tüketen ve bir iş yerinde sigortalı çalışan bile olmadan ve alın teri dökmeden, helal kazanç sağlamayan kişi ve kişiler tarafından yönetiliyor. Sözde tarikat (mukaddes yol) kolları ancak cemaat/gruplardan oluşan topluluk önderlerinin yaşantısı ile İslam hukuku (ölçüsü) ile çelişmektedir. Tüm bu haksız kazanımlar üzerinden bir de üstüne üstlük tüm hayatını yamalı bir entâri, eski hasır bir yatak ve gününü birkaç hurma ile geçirmek zorunda kalan Peygamber efendimiz Hazreti Muhammed (S.A.V.)’in hayatından, yaşamından örnekler vererek etrafına sözde nasihatte bulunmaktalar. Sohbet bitiminde ise tekrar o şaşalı ve baş döndüren olağanüstü yaşamlarına da yine geri dönmekteler. Tarikat (mukaddes yol) bu olmaz. Olamaz. Olmayacak da! Üzülerek kaygı ile gözlemliyoruz ki, Bu kişiler kendilerine Gavsul Azam, Kutub ve 100 yılda bir gönderilen (Kâinatın yöneticisi) Müceddid! Makamı gibi kutsal (mukaddes) ün-titir gibi kazanımları kendilerine ne yazık ki atfetmekteler. ”Tüm bunlar yetmemiş gibi bir de; Birbirilerine yönelik çeşitli ithamlarla, dinsizlik ve yoldan çıkmışlıkla suçluyorlar!..” Her ne kadar 12 Tarikat ve dair buna bağlı kolların ayrık yönetim-yöntemi var ise de bunların içerisinden sadece bir tanesinin dahi kendi içindeki kollar arasında bile ihtilafa düşmeleri, birbirlerine çok kötü sözler ve ithamlar da bulunmaları mukaddes olan bu yollar (Tarikat)’a zarar vermiş, sergiledikleri bu tutum ve davranışların sonucunda mânevî büyüklerimizin zor olan uygulama ve vecibelerini 1400 yıldır özenle, gayretle ve fedakarlık ve cefakarlıkla sürdürülerek bizlere dek getirilen ‘Tarikat’ gibi mukaddes bir kelimeyi artık kirletmişlerdir. Şeytanı unutup birbirlerini taşlamışlar ve hâlen bu acımasızca tutum ve davranışlarını devam ettirmektedirler. Tarikat ismini ve dinamik yapısını tahribat ederek yok ettiler! Tarikat usûlü ve tasavvuf geleneğini suistimal ederek menfi çıkarlarına kullanarak terimsel dinamikliğini ve tekniksel temel yapısını tahribat ederek yok ettiler.  Tarikat ve tasavvuf geleneğini manevî ve dinamik yapısından çıkarıp ata-dedelerinden kalma bölgesel, geleneksel, örf ve adetleri ile karıştırıp tahribatı gün geçtikçe daha da içinden çıkılamayacak duruma getirmek suretiyle günümüzdeki ‘bitik’ haline getirmişler ve toplumların nefretle bakmalarına ve bu nedenle de uzaklaşmalarına sebep olmuşlardır ne yazık ki!.. “Emr-i bi-l ma’rûf nehy-i ani’l-münker” farzdır ancak, kitlesel karşıtlık ve konjonktürel nedenlerden ötürü açıklanması gereken gerçekler yarım kalıyor! Muhammed Bahauddin Şah-ı Nakşibendi (K.S.A.), Müceddid-i İmam-ı Rabbani (K.S.A.), Gavs-ul Azam Seyyid Abdülkadir-i Geylani (K.S.A.) Seyyid Ahmet er-Rufai (K.S.A.), Ebû’l Hasan eş-Şâzelî (K.S.A.) ve Şeyh Ebû Abdullah Sirac’ed-Dîn Ömer bin Ekmel’ud-Dîn-i Lahicî Halveti (K.S.A.) gibi büyük Alim-ulemalar nasıl ki bir farklılık ile gelip yenilikçi bir biçimde yeni bir yol haritası oluşturmuşlarsa, Sâdikat ( Sadıklar Yolu)’ın kurucu eğitmeni Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) de işte tamda böyle bir rol-görev üstlenmiştir. Kaldı ki o dönemlerde de kurdukları dengeleri bozulacak endişesi ile karşı çıkanlar, itirazlar edenler ve kabul etmeyenler olmuş. Aynı endişe ile bugün de itiraz edenler, kabul etmeyenler ve karşı çıkanlar olacak, belki yarın da…  ”Zaten tüm alim-ulemalar bilir ki bu uygulama da bir peygamber sünnetidir.” Tıpkı Hazreti Resulullah efendimiz (S.A.V.)’in fetret dönemi ve öncesi yaşananların üzerine getirdiği farkındalık ve yenilikçi tertibat-uygulamalar ile tüm insanlığa rahmet olması gibi. Usul ve yöntem böyle olmasaydı eğer az önce sıraladığımız büyük alim-ulemalar da “yeni bir kimlik ve yeni bir yol haritası getirdik” demezler-diyemezlerdi. “Burada önemli olan tebliğin içindeki mesaj ve iletilenlerin kamuoyu-muhatabına ulaşmasıdır. Gayret-hizmet bizden, takdir-nasip Allah (C.C.)’tan dır.” Şimdi bu iki yaşantının arasındaki farkın ölçüsünü ve birbirinden ayrımını da kamuoyu vicdanına bırakarak “iyiler iyi atlara binip gittiler’ sözünü yineleyerek, meseleyi sonlandırarak konuyu maalesef kapatıyoruz. Evrensel sorumluluk ve yükümlülük niteliği bulunan bu konu hakkında, ulusal ve uluslararası siyasal arena ile coğrâfî ve bölgesel alandaki politik mecrada uydurulmuş (tutturulmuş) dengelerin yerinden oynaması, tehditler ile olası ayaklanmalar ve tehlikeli durumlara mahal vermemek üzere önleyici tedbirler kapsamında meseleyi uzatmıyoruz. Ancak “Emr-i bi-l ma’rûf nehy-i ani’l-münker” farziyet’i gereği sadece tebliğ etme sorumluluğuna münhasır açıklamayı bu haliyle kamuoyunun önce vicdanı takdirine akabinde de tercihine bırakıyoruz. Zaten hali hazırdaki düzenle gerçek usul ve yöntemler suistimal edilerek yıpratılmamış olsaydı ve buna bağlı Tarikat geleneğinin kurumsal kimliğine de zarar gelmeseydi eğer topluluklar, Tarikat ismini duyunca ürkmez ve kaygı-endişe ile uzaklaşmaz ve her şey güllük gülistanlık olurdu. Yeni bir yol, yeni bir kimlik ve yeni bir isme de ihtiyaç olmazdı. Peygamber efendimiz hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V.) ile başlayan ve ”Sâdikat” ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’ye kadar gelen silsile isimleri sırasıyla şöyledir: 1 – Hazret-i Muhammed Mustafâ (sallâllâhu aleyhi ve sellem) 2 – Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk (radıyallâhu anh) 3 – Selmân-ı Fârisî (radıyallâhu anh) 4 – Kâsım Bin Muhammed (rahmetullâhi aleyh) 5 – Câfer-i Sâdık (rahmetullâhi aleyh) 6 – Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullâhi aleyh) 7 – Ebû’l-Hasan Harakānî (rahmetullâhi aleyh) 8 – Ebû Ali Fârmedî (rahmetullâhi aleyh) 9 – Yûsuf Hemedânî (rahmetullâhi aleyh) 10 – Ebu-l Abbas Hz. Hızır (aleyihisselam) 11– Abdülhâlık Gucdüvânî (rahmetullâhi aleyh) 12 – Muhammed Ârif Rîvgerî (rahmetullâhi aleyh) 13 – Mahmûd Encîrfağnevî (rahmetullâhi aleyh) 14 – Ali Râmîtenî (rahmetullâhi aleyh) 15 – Muhammed Baba Semmâsî (rahmetullâhi aleyh) 16 – Seyyid Emîr Külâl (rahmetullâhi aleyh) 17 – Bahâüddîn Şâh-ı Nakşibendi (rahmetullâhi aleyh) 18 – Alâüddîn Attâr (rahmetullâhi aleyh) 19 – Yâkub-el Çerhî (rahmetullâhi aleyh) 20 – Ubeydullah-el Ahrâr (rahmetullâhi aleyh) 21 – Muhammed Ez-Zâhid (rahmetullâhi aleyh) 22 – Derviş Muhammed İmkenegî (rahmetullâhi aleyh) 23 – Hâcegî Muhammed Semerkandi (rahmetullâhi aleyh) 24 – Muhammed El-Bâkī Billâh (rahmetullâhi aleyh) 25 – İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî (rahmetullâhi aleyh) 26 – Muhammed Mâsûm Serhendî (rahmetullâhi aleyh) 27 – Muhammed Seyfüddîn Serhendî (rahmetullâhi aleyh) 28 – Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî (rahmetullâhi aleyh) 29 – Mirzâ Mazhar Cân-ı Cânân (rahmetullâhi aleyh) 30 – Seyyid Abdullah Dehlevî (rahmetullâhi aleyh) 31 – Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (K.S.A.) 32 – Mevlânâ Osman Siraceddin (K.S.) 33 – Mevlânâ Şeyh Ömer Ziyaüddin (K.S.) 34 – Mevlânâ Muhammed Necmeddin-i Kübra (K.S.) 35 – Şeyh Baki Hocaefendi (K.S.) 36 – Kutb-ul Aktab Şeyh Bedir Karahan (K.S.A.) 37 – Mevlânâ Mürşidi Kamil Hüseyin Gümüş (K.S.A.) 38 – Mürşid Dr. Rashid İbrahim Haake (K.S.A.) KAYNAK; TANER AKKUŞ SİLSİLEYİ KASİDE/İLAHİ OLARAK DİNLEMEK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN https://youtu.be/S7a4GcRr60w?si=eS1nvMnOH6HpdaLa KAYNAK; TANER AKKUŞ
Kur'an'da "Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de." ayetinde "Allah dostları" olarak geçen, "bütün sözleri, işleri ve ahlâkı, İslam dîninin bildirdiği gibi olan, Allah'ın ve peygamber'in kendilerini sevdiğine inanılan kimselere veli ve bunun çoğulu olarak evliyâ denir.

Büyük Evliyalar 11 (ONBİR) Büyük Allah Dostu 

İslam tarihi boyunca Müslümanlar, evliyaların ve onların kerametlerine şahit olmuşlardır. Son zamanlarda birçok kişi tarafından kabul edilmese de İslam tarihi boyunca yaşayan ve kerametlerini gösteren evliyaların varlığı ve kerametlerinin ehl-i sünnet tarafından kabul edilmiş olduğu unutulmamalıdır.  Allah dostu evliyaların hayatları ve hayattayken Müslümanlara kattıkları unutulmamalı, her Müslüman tarafından araştırılarak bilgi sahibi olunmalıdır. Özellikle 5 büyük evliya olarak kabul edilen evliyaların hayatları her Müslümanın hayatında bir yol gösterici olarak araştırılmalı ve ders alınmalıdır.

Evliya Ne Demek?

Arapça olan evliya kelimesi aslında veli kelimesinin çoğuludur. Veli kelimesi ise sözlüğe bakıldığında “ Allah dostu” anlamında kullanılan tasavvufi bir terimdir.

Kur'an'da "Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de." ayetinde "Allah dostları" olarak geçen, "bütün sözleri, işleri ve ahlâkı, İslam dîninin bildirdiği gibi olan, Allah'ın ve peygamber'in kendilerini sevdiğine inanılan kimselere veli ve bunun çoğulu olarak evliyâ denir.

İslam sancağını taşıma gibi mukaddes bir kazanıma nail olan Anadolu evliyaları, manevi ve zahiri anlamdaki görevlerini layıkıyla yerine getirmiş ve o sancağı gelecek nesillere ulaştırmıştır. Bu vesileyle de, İslamın ve o şerefli sancağın yeni mihmandarları her dönemde zuhur etmiştir. Etmeye de devam edecektir. Allah’ın (C.C.) nuru kıyamete kadar sönmeyecektir. Öyle ki; yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim (Tevbe-119)’de Allah (C.C.) şöyle buyurmaktadır: ”Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve ‘SADIKLARLA‘ beraber olun.”

Bu anlamda tüm ömrünü ve hayatını hak yoluna adayan, İslam sancağını taşıma ve taşıtma şerefine mazhar olmuş tüm Allah dostlarına selam olsun.

Yazımızda ise İslamiyet’te en çok merak edilen ve araştırılan sorulardan biri olan evliya nedir ve 11 büyük evliya kimdir sorusuna detaylı cevaplar vermeye çalışacağız.

İşte O 11 (ONBİR) Büyük Evliya;

1- Uveys El (Veysel Karani) Karan (K.S.A.)

Anadolu’da halk arasında Veysel Karani olarak bilinen Üveys el-Karanî hazretleri, Peygamber Efendimizin zamanında yaşamış en önemli evliyalardan biridir. Doğum tarihi kesin bilinmemekle birlikte Hicri 37 yılında vefat etmiştir. Peygamber Efendimiz hayatta iken Müslüman olan Veysel Karani Hazretleri, her ne kadar istese de kendisini görmeye nail olamamıştır. Ancak Peygamber Efendimiz kendisi ile ilgili “ "Üveys Karnî, ihsan ve iyilikte Tabiîn'in hayırlısıdır.” buyurmuşlardır. Ayrıca Peygamber Efendimiz Veysel Karani Hazretlerinin yaşadığı Yemen tarafına dönerek zaman zaman "Yemen tarafından rahmet rüzgârı estiğini duyuyorum" buyurmuşlardır. Ayrıca Veysel Karani Hazretlerine Peygamber Efendimiz tarafından hediye edilen Hırka-i Şerif Osmanlı Padişahlarından II. Osman Han’a hediye edilen ve her sene Ramazan ayında ülkemizde ziyarete açılan Hırka-i Şerif’tir.

2- Muhammed Bahauddin Şah-ı Nakşibendi (K.S.A.)

Nakşibendi Hazretleri Hicri 718 yılının Muharrem ayında Buhara’nın Kasr-ı Hinduvân köyünde doğmuştur. Asıl adı Seyyid Muhammed Bahauddin olan Nakşibendi Hazretlerinin soyu 14. Babadan Hz. Ali Efendimize ulaşmaktadır. Küçük yaşlarda babasıyla birlikte nakışçılık yaptığı için ise Nakşibendi adı ile anılmaya başlamıştır. Ancak bazı rivayetlere göre ise çok uzun süre gizli zikre devam ettiği için kalbine “Allah” lâfzının nakşolduğu ve bu yüzden kendisine Nakşibendi dendiği anlatılmaktadır.

Nakşibendi Hazretleri irşad görevine başladığında doğmuş olduğu Kasr-ı Ârifân köyünde bulunuyordu. Ancak birçok farklı bölgelere giderek diğer İslam Alimleri ile dini sohbetlere katılırdı. Aynı zamanda Nakşibendi Hazretlerinin faziletini ve maneviyatındaki hakikatleri duyanlar da gittiği her şehirde onu dinlemeye gelirlerdi. Hatta Semerkand gibi büyük şehirlerden bile onu dinlemeye gelenler bulunurdu.

3- İmam-ı Gazali (K.S.A.)

İslam dünyasının en büyük ve en önemli evliyalarından biri olan İmam Gazali, birçok Müslümanın yanı sıra sahip olduğu ilim ile dünyaca tanınmaktadır. İmam Gazali Hicri 450 Miladi 1058 yılında İran’ın Horasan bölgesinde bulunan ve yetiştirdiği İslam alimleri ile tanınan Tus şehrinde dünyaya gelmiştir. İlk ilmi eğitimini bu şehirde alan İmam Gazali daha sonrasında ise dönemin önemli bir ilim ve kültür merkezi olan Nişabur’a giderek burada yine dönemin en önemli İslam alimlerinden biri olan İmam-ül-Harameyn Ebü’l- Meali el-Cüveyni’nin talebesi olmuştur.

Nişabur’daki Nizamiye Medresesi’nde aldığı eğitim İmam Gazali’nin Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın yakın çevresinde yer almasını sağlamıştır. Selçuklu Başkenti İsfahan’da dönemin ardından ise Nizâmülmülk tarafından başkent Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi’ne Hoca olarak atanmıştır. Burada görevi sırasında İmam Gazali “Hüccetü’l-İslam” (İslam’ın kesin delili) unvanıyla tanınmaya başlamıştır.

4- Mevlana Celaleddin-i Rumi (K.S.A.) 

Mevlana Hazretleri, fikirleri ve sahip olduğu maneviyat ile İslam Dünyası’nın sadece Müslümanlar tarafından değil bütün dünya tarafından en çok merak edilen ve bilinen evliyaları arasında yer almaktadır. 30 Eylül 1207’de Afganistan’ın kuzeyindeki Belh şehrinde dünyaya gelen Mevlana Hazretleri’nin asıl ismi Celaleddin Muhammed’tir. Babası “Sultanü’l-ulema” yani “Alimler sultanı” olarak bilinen Bahaeddin Veled’dir. Mevlana Hazretleri yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeni ile Belh’ten ayrılıp Konya’da bitecek olan yolculuğu sırasında Mekke, Medine, Şam, Erzincan ve Anadolu’nun birçok şehrini ziyaret etmiştir.

Mevlana’nın ulaştığı tasavvufu seviye ve tasavvufi ilim günümüzde birçok Müslümana yol göstermektedir.

5- Seyyid Abdülkadir-i Geylani (K.S.A.) 

Büyük İslam alimleri ve evliyaları, Allah’ın hikmetine ve sevgisine nail olmuş insanlardır. Bu yüzden de düşünceleri, yaşam tarzları, öğretileri ve kerametleri her zaman Müslümanların en çok merak ettiği ve araştırdıkları konular arasında yer almaktadır. İslam alemini önemli ölçüde etkileyen büyük İslam alimleri kendilerini takip edenlerle birlikte önemli tarikatların kurulmasına ve Allah yolunda gidilmesine öncülük etmişlerdir.

İslamiyet’te en önemli alimlerden ve evliyalardan biri ise Abdülkadir Geylani Hazretleridir. Evliyaların sultanı olarak anılan Abdülkadir Geylani soyu Hz. Ali’ye kadar uzanan, daha yaşarken sahibi olduğu maneviyat ile din büyüklerinden biri sayılan, birçok kişiye yol gösteren oldukça önemli evliyalardan biridir.

Yazımızda ise en çok merak edilen evliyaların sultanı Abdülkadir Geylani hakkında bilgi sahibi olmanızı sağlayacak Abdülkadir Geylani kimdir sorusuna detaylı cevap vermeye çalışacağız. Ayrıca Abdülkadir Geylani’nin sözlerine de yazımızın devamında ulaşabilirsiniz.

Gavsü’l-Azam, Sultan-ı Evliya, Muhyiddin, Kutb-i Rabbani ve Kutb-u Azam gibi farklı isimler ile de bilinen Abdülkadir Geylani Hazretleri 1077 yılında Geylan’da dünyaya gelmiştir. Babası Ebû Salih Musa Zengidost, Peygamber Efendimizin torunu Hz. Hasan‘ın oğlu olan Hasan el-Mu'tena'nın soyundadır. Annesi Fatıma ise anne tarafından Peygamber torunudur. Bu yüzden Abdülkadir Geylani Hazretleri hem seyyid hem de şeriftir. Küçük yaşlarda babasını kaybeden Abdulkadir Geylani Hazretleri, annesinin yanında dedesi Savmaî’nin himayesi altında büyümüştür. Çocukluk çağından itibaren mektebe giderek dini eğitim almaya başlayan Abdülkadir Geylani Hazretleri on sekiz yaşına geldiğine ailesinden izin alarak eğitim almak amacı ile Bağdat’a gitmiştir. Burada dönemin en büyük ve önemli alimlerinden hadis, fıkıh ve edebiyat dersleri almıştır.

Aldığı eğitimler sayesinde geniş bir İslami bilgiye sahip olan Abdulkadir Geylani Hazretleri sahip olduğu bilgiler ile kısa zamanda, zamanının alimlerinden ve imamlarından biri olmuş ve şöhreti dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlar arasında yayılmıştır. Zamanla kendisi de pek çok önemli alim ve fakih yetiştirmeye başlamıştır. Bağdat’ta bulunan mutasavvıflarla da sık sık sohbetlerde bulunan Abdülkadir Geylani Hazretleri, Ebü’l-Hayr Muhammed bin Müslim Debbas sayesinde tasavvuf ile tanışmıştır. Tarikat hırkasını da kendisine Ebü’l-Hayr Muhammed bin Müslim Debbas giydirmiştir. Ancak bir zaman sonra Abdülkadir Geylani hazretleri bütün her şeyden elini çekerek inzivaya çekilmiştir. İnzivada bütün vakitlerini ibadetle ve nefsi ile mücadeleyle geçirirken Abdülkadir Geylani Hazretleri tasavvufta en yüksek dereceye ulaştı. 1127’de ilk vaazlarını vermeye başladığında kendisini sadece birkaç kişi dinlerken zamanla medresenin dar gelmeye başladığı, açık havada verdiği vaazlara ise yetmiş bin kişinin Bağdat’a geldiği rivayet edilmektedir. Zamanla etkisi bütün İslam dünyasına yayılmıştır ve İslam dünyasının ilk ve en yaygın tarikatı olarak bilinen Kadiri tarikatının kurulmasını sağlamıştır.

6- Ahmed El Serhendi İmâm-ı Rabbânî (K.S.A.) 

İmâm-ı Rabbânî , 971/1564’te Hindistan’ın Sirhind kasabasında doğdu. Çiştiyye ve Kâdiriyye tarikatlarından icazetli olan babası Şeyh Abdülehad’ın nezaretinde küçük yaşlarda başladığı eğitimine Siyâlkut’ta devam etti. Burada Şeyh Ya‘kûb Keşmîrî, Kadı Behlûl Bedahşânî ve Mevlânâ Kemal Keşmîrî’den ders aldı. Kadı Behlûl Bedahşânî’den tefsir ve hadis okutma icazeti aldı, aynı zamanda bir Kübrevî şeyhi de olan hocası Ya‘kûb Keşmîrî’ye intisap etti. On yedi yaşında öğrenimini tamamlayıp Sirhind’e döndü ve ders vermeye başladı. Yaklaşık üç yıl sonra Babürlülerin başkenti Agra’ya gitti ve Ekber Şah’ın sarayına girdi. Saray bürokratlarından Ebü’l-Fazl el-Allâmî ile nübüvvet konusunda girdiği tartışmanın sonucunda İsbâtü’n-nübüvve adlı eserini telif etti. Agra’dan Sirhind’e dönüşü sonrasında seyrü sülûkünü babasının yanında devam ettirdi ve 1007/1599’da babası ona Çiştiyye ve Kâdiriyye tarîkatından hilafet verdi. Ayrıca tasavvufun temel klasikleri arasında sayılan et-Taarruf, Avârifu’l-maârif ve Fusûsü’l-hikem gibi eserleri de babasından okudu. 1008/1599’da babasının vefatından sonra hac maksadıyla yola çıktı. Delhi’de Nakşibendî şeyhi Bâki-Billah’a intisap etti. Yaklaşık üç ay kadar onunla birlikte bulundu. Hac zamanı geçtiği için tekrar memleketine dönmek zorunda kaldı. Mektûbât adlı eserinin temel metinlerinin bir kısmını da oluşturacak olan Bâkî-billah ile mektuplaşmaları bu dönemde başladı. Delhi’ye ikinci kez gidişinde Bâkî-billah kendisine hilafet verdi. Bâki-billah’ın vefâtı sonrasında irşat faaliyetlerine Sirhind’de devam eden İmâm-ı Rabbânî, bu maksatla müritlerine, dostlarına ve devlet adamlarına mektuplar yazdı. Politik birtakım nedenlerden ötürü 1028/1619’da Babürlü hükümdarı Cihangir tarafından sorgulanmak üzere Agra’ya çağrıldı ve bir yıl süreyle hapsedildi. Ömrünün son yıllarını münzevi bir şekilde Sirhind’de geçiren İmâm-ı Rabbânî 1034/1624 yılında vefat etti.

Öğretisi

İmâm-ı Rabbânî’yi tasavvuf tarihinde öne çıkaran husus vahdet-i vücûda dönük eleştirileridir. Üslup ve muhteva bakımından onun vahdet-i vücûd eleştirisi daha çok Alâüddevle Simnânî’ninki ile yakın benzerlikler taşımaktadır. Yoksa bu bağlamda o, İbn Teymiyye benzeri bir eleştiri tarzını benimsemiş değildir. İmâm-ı Rabbânî’nin vahdet-i vücûda eleştiri yöneltmesinin sebepleri arasında kısmen içinde yaşadığı dönemde Hindistan’ın dini-sosyal yapısının ve mevcut din politikalarının etkili olduğu söylenebilir. Bilhassa burada Ekber Şah’ın “din-i ilahî” adı altında tesisinde öncülük ettiği alternatif din politikaları zikredilebilir. Tevhidi, vücûdî ve şuhûdî olmak üzere iki kısma ayıran İmâm-ı Rabbânî, ilkinin aşılması gereken bir mertebe bulunduğu ve onun üzerinde “abdiyet/kulluk” makamının olduğu kanaatindedir. Ona göre vahdet-i şuhûd hakikatin vahdet-i vücûddan daha doğru bir ifadesidir.  Benzer muhteva ile irtibatlı olarak değerlendirilebilecek bir diğer konuda nübüvvet-velayet ilişkisindeki öncelik ya da üstünlük meselesidir ki İmam Rabbânî bu noktada kabul gören klasik tasavvufî öğretiyi de eleştirmiştir. Ayrıca yine tarikatı şeriatın özü ve bir üst mertebesi olarak gören geleneksel sûfî anlayışı da eleştirmiş; ona göre şeriat daha önceliklidir ve tarikat şeriatın hizmetinde bulunmak zorundadır. Fakat her ne kadar kendilerine eleştiriler yöneltmiş olsa da İmâm-ı Rabbânî, tasavvuf öğretisini izahta vahdet-i vücûd mektebine mensup sûfîler tarafından kullanılan terminolojiyi eserlerinde kullanmıştır.

7- Hallac-ı Mansur (K.S.A.)

Hallâc-ı Mansur, bugün İran sınırları içerisinde yer alan Beyzâ’nın kuzeydoğusundaki Tûr’da 244/858’de doğdu. Bir görüşe göre babasının mesleği, başka bir görüşe göre ise gönüllerdeki sırları pamuk gibi altüst edip işlemesi nedeniyle “Hallâc” unvanını almıştır. İlk gençlik yıllarını dinî tahsille geçirdi, 12 yaşında Vâsıt’ta hafızlığını tamamladı ve Tüster’e geçti. Burada iki yıl kadar Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’nin talebesi oldu. Daha sonra Basra üzerinden Bağdat’a geçerek Cüneyd, Amr b. Osman el-Mekkî ve Ebû Hüseyin en-Nûrî gibi sûfîlerin halkalarına katıldı. Bunlardan öncelikle Cüneyd’in ve Amr’ın talebesi oldu. Bir müddet sonra Basra’ya geçip orada evlendi. 282/896 yılında ilk defa hac vazifesini yapmak üzere Hicaz’a gitti, ardından Bağdat’a döndü ve tekrar Cüneyd’in derslerine katıldı. Fakat görüşleri nedeniyle Cüneyd’in tepkisini çekince Cüneyd onu yanında uzaklaştırdı; Hallâc da Basra’ya geçerek Amr b. Osman el-Mekkî’ye intisap etti ve ardından Tüster’e döndü. Daha sonra beş yıl sürecek bir seyahate çıkarak Horasan, Sicistân ve Kirman taraflarında vaazlar verdi. Bu sırada gittiği her yerde ünü yayılmaya başladı. Ardından Ahvaz’a geçti. Bu esnada Amr b. Osman el-Mekkî’nin kendisini reddettiğini öğrenince ondan aldığı hırkayı yırtıp attı ve Ahvaz’da kendi meclisini kurup vaazlarına devam etti. Büyük bir mürid kitlesiyle beraber ikinci defa hac yaptı. Ardından Basra’da ve Ahvaz’da bir müddet kaldı ve ailesini de yanına alarak Bağdat’a taşındı. Burada bir sene kaldıysa da daha sonra insanları irşâd etmek üzere bir işaret aldığını söyleyerek deniz yoluyla Hindistan’a geçti ve oradan Horasan, Türkistan, Maçin ve Keşmir gibi bölgelere gitti. Birkaç yıl süren bu faaliyetleri neticesinde çok sayıda insan Müslüman oldu. Ardından Bağdat’a dönüp, 290/903’te üçüncü kez hac vazifesini yapmak üzere Mekke’ye gitti ve burada iki yıl kaldı.

Kendisini Allah yolunda feda etmeye hazır olduğuna yönelik ifadeleri, üçüncü haccından sonra çoğalmaya başladı. Bu yöndeki düşüncelerini Bağdat’ta açıkça dile getirmekten çekinmedi. Bu sırada birtakım siyasî sâiklerle hareket eden vezir İbn Dâvûd ez-Zâhirî önderliğinde bir grup âlim Hallâc’ın aleyhinde faaliyetlere başladı. Bunun üzerine Ahvaz üzerinden Sûs’a geçti ve orada bir yıl saklandı. Ancak 301/913’de yakalanıp Bağdat’a getirildi ve idam talebiyle yargılandı. Şâfiî fakih İbn Süreyc ve bazı yöneticilerin desteğiyle cezası ev hapsi olarak uygulandı. Hapiste kaldığı sekiz yıl boyunca eserlerini telif etti ve Bağdat’ta etkisini daha da artırdı. Yönetici grubu değişip de desteğini kaybedince uzun süren bir yargılama sürecinden sonra Vezir Hâmid’in ısrarları ve Mâlikî fakihi Ezdî’nin fetvasıyla idama mahkûm edildi. Hanefî kadısı İbn Bühlûl’un muhalefet şerhine rağmen Halife Muktedir tarafından onaylanan idam kararı, 24 Zilkade 309 (26 Mart 922) tarihinde Bağdat’ta uygulandı. Yargılama esnasında ilahlık iddiasında bulunmak (hulûlîlik), halkı hac farizasını yerine getirmekten alıkoymak, Karmatî casusluğu yapmak gibi suçlamalar yöneltilmişti. Hallâc’ın yargılanma süreciyle ilgili araştırmalar, onun tasavvufî görüşlerinden ziyade; büyük bir takipçi kitlesine sahip olduğundan yönetici sınıfı için muhtemel bir tehdit olarak değerlendirildiği için idam edildiğini göstermektedir. 

8- Muhyiddin İbnü'l- Arabi

 

Muhyiddin İbnü'l-Arabi, İslam dünyasının büyük alimlerinden birisidir.

Tam adı Muhyiddin Muhammed bin Ali bin Muhammed el-Arabi et-Tai el-Hatimi'dir. Muhyiddin İbnü'l-Arabi, 28 Temmuz 1165 tarihinde Endülüs'te doğdu. Bilinmeyen bir sebeple 8 yaşında ailesiyle birlikte İşbiliye’ye (bugünkü Sevilla) geldi. Ailesi Arap Tayy kabilesine mensuptu. Yakın cedleri hakkında fazla bir bilgi bulunmasa da anne-baba tarafından nüfuz ve itibar sahibi kimseler olduğu anlaşılmaktadır. Akrabaları arasında tasavvufi bilgilere sahip kimseler vardı.

İlk tahsilini bu şehirde yapan Arabi, çocuk yaşlarında Ahmed İbnu’l-Esiri adında genç bir Sufi ile arkadaş oldu. Endülüs'te bir süre daha kaldıktan sonra yolculuğa çıktı. Şam, Bağdat ve Mekke'ye giderek burada bulunan tanınmış alim ve şeyhlerle görüştü. Arabi, gerçek bilginin sadece akıldan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşif yoluyla elde edilebileceğine inanmıştı.

Bu dönemde ''Şekkaz'' adında bir şeyhle tanıştı. Şekkaz, küçük yaşlardan itibaren ibadete başlayan, Allah korkusu taşıyan, hayatında bir kerecik olsun ‘ben’ dememiş olan ve uzun uzun secde eden bir kimsedir. Muhyiddin İbnü'l-Arabi, Şekkaz ölene kadar onunla sohbete devam etti. 1182-1183'de İşbiliyye’ye bağlı Haniyye’de ''Lahmî'' isimli bir şeyhden, bu zatın adını taşıyan bir mescidde Kur'an dersi aldı.

1184-1185'de ''Ureyni'' isimli bir şeyhle tanıştı. Arabi eserlerinde ondan ilk hocam diye bahsetmektedir.

''Ureyni'', ubudiyet (kulluk) meselesinde derin bir bilgiye sahipti. Bu yıllarda ''Martili'' adlı bir şeyhten de istifade etti. Ureyni Arabi'ye ''Sadece Allah’a bak''derken Martili ise ''Sadece Nefsine bak, nefsin hususunda dikkatli ol, ona uyma''diye öğüt vermiştir.

Martili'ye bu zıt görüşlerin içyüzünü soran Arabi şu cevabı aldı:

''Oğlum, Ureyni'nin gösterdiği yol, doğru yolun ta kendisidir. Ona uyman lazım. Biz ikimiz de, kendi halimizin gerekli kıldığı yolu sana göstermişizdir''

Muhyiddin İbnü'l-Arabi, 1189 yılında Ebu Abdullah Muhammed eş-Şerefi adında biriyle tanıştı. Kendisi doğu İşbiliyyeli olup, Hatve ehlindendi. Beş vakit namazını Addis Camii'nde kılan bu zatın ibadete aşırı düşkünlüğünden namaz kılmaktan ayaklarının şiştiği söylenir.

Arabi, İşbiliyye’deyken (1190) hastalanıp okuma kabiliyyetini kaybetti. İki yıl bu halde kaldıktan sonra Sebte şehrine giderek orada ahlak makamına erdiğini söylediği İbnu Cübeyr ile tanıştı. Bir süre sonra İşbiliyye’ye döndü. Aynı yıl Tlemsen’e geldi.

1196 yılında Fas’a gitti. Burada yaptığı seyahatler sırasında büyük bir şöhret kazandı. 1198'de yeniden Endülüs’e geçti. Gırnata şehri civarlarındaki Bağa kasabasında Şekkaz isimli bir şeyhi ziyaret etti. Arabi, onun Tasavvuf yolunda karşılaştığı en yüce kimse olduğunu söylemektedir.

1199-1200'de İlk defa hac için Mekke’ye gitti. Burada el-Kassar (Yunus ibnu Ebi’l-Hüseyin el-Haşimi el-Abbasi el-Kassar) isimli bir şahısla sohbet etti. Hac’dan sonra Mağrib’de, oradan da Ebu Medyen’in şehri olan Becaye'de bulundu. Bir süre sonra tekrar Mekke’ye geldi ve "Ruhu’l-Kuds", "Tacu'r-Rasul" adlı eserlerini yazdı.

1204 yılında Medine, Musul ve Bağdad'da bulundu. Musul'da, "et-Tenezzülatu'l-Musuliyye"yi yazdı. Buradan ayrıldıktan sonra Konya’ya geldi. Orada tanıştığı Sadreddin Konevî’nin dul annesi ile evlendi. Konya’da iken "Risaletü’l-Envar"ı yazdı. Selçuk Meliki tarafından hürmet ve ikram gördü. Daha sonra Mısır’a geçti.

Burada Futuhat-ı Mekkiye'deki sözlerinden ötürü Mısır uleması tarafından hakkında verilen idam fetvasıyla yüzyüze gelince gizlice oradan kaçtı. Tekrar Mekke’ye geldi ve burada bir süre kaldı. Bağdat ve Halep’de bir süre dolaştıktan sonra yeniden Konya’ya geldi. Ardından Şam’a yerleşti. Zaman zaman civar şehirlere seyahatler yaptı. Şam'da kendisinin Fütuhat'tan sonra en büyük eseri olarak kabul edilen Fusus'u kaleme aldı. Arabi, bu eseri rüyasısında peygamberden ümmetine aktarmak üzere aldığını belirtir.

Muhyiddin İbnü'l-Arabi, 10 Kasım 1239 tarihinde Şam'da vefat etti. Kabri Şam şehri dışında bulunan Kasiyun dağı eteğindedir. 1516 yılında Yavuz Sultan Selim bölgeyi Osmanlı topraklarına kattıktan sonra oraya türbe, camii ve imaret inşa ettirmiştir.

9- Bedir Karahan (K.S.A)

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. 1901 yılında Kayseri iline bağlı Sarız ilçesinin Çavdar köyünde dünyaya gelmiştir. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin ecdadı aslen Orta Asya’dan Anadoluya göçen “Müezzinoğulları” Türk boyundandır. Gülümsemesi tebessüm şeklinde olurdu. Tevazu sahibi güzel bir insandı. Tebessüm ettiği zaman etrafı muhabbet kaplar, tüm dertler unutulurdu. Çok ağlar, az konuşurdu. Nemli bakışları etrafa feyiz saçardı. Zamanının Kutbu olan Sultan Şeyh  Bedir Karahan K.S. Efendi, bu vazifesi dolayısıyla birçok iller gezmiş, örnek yaşantısı güzel ahlakı ve keskin nazarlarıyla birçok insanı İrşad edip tarikat yolunu onlara göstermiştir.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., 32 sene Mürşid’i Kamil vazifesini yürüttükten sonra 14 Ağustos 1983 tarihinde Kayseri İlinin Pınarbaşı ilçesinde dünyasını değişmiştir ve Hakka kavuşmuştur. (Mevla Himmetlerine nail eylesin. AMİN.)

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin Şeceresi

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin ecdadı aslen Orta Asya’dan Anadolu’ya göçen Türk boylarındandır. Kendisine soyadlarının neden “Karahan” olduğu sorulduğunda “Bizim soyumuz tarihteki ilk Müslüman Türk devleti Karahanlılar’dan geliyor. Bundan dolayı soyadımız ‘Karahan’ dır.’‘ cevabını vermiştir.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin kabilesinin ise Müezzinoğulları olarak bilinmektedir. Kabilenin Müezinoğulları olarak adlandırılması, Orta Asya’da İslam’ın tebliğ edildiği dönemlere dayandırılmaktadır. Riyavete göre Hz. Muhammed sav.’in neslinden bir müezzin Türklere İslam’ı tebliğ gayesiyle Orta Asya’ya gelmiş ve burada evlenerek kalmıştır. İşte bu zatın soyundan da Müezzinoğulları gelmiştir.  Bedir Karahan Efendi’ye “Seyitlik” hem bu soydan hem de annesinin Ehlibeyt’ ten olması sebebiyle gelmektedir.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin büyük dedesi Şeyh Mehmed adıyla maruf zamanın kamil mürşitlerindendir.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., bir sohbetinde; kendisinin, soyundan gelen on üçüncü mürşit olduğunu söylemiştir. Bu durumda Peygamber Efendimiz’den bu yana soydan her asırda bir mürşit gelmiş olmaktadır.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin babası İbrahim (İbiş) Efendi çevresinde İbiş ağa diye tanınan, sofrası herkeze açık, hanesinde birçok yolcunun ikamet ettiği gönül zengini asil bir zattır. İbrahim Efendi üç kardeşiyle birlikte kurtuluş Savaşı’na katılmıştır. Bu hususu Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. şöyle nakletmektedir;”Babam İbiş Efendi ve diğer üç kardeşi Hasan, Hüseyin ve Keşef Kurtuluş Savaşı’na gittiler. Bunlardan HÜseyin ve Keşef seferberlik’ ten hiç gelmediler. Yıllar sonra babası İbiş Efendi’nin ise hastalanarak sivas’ta bir hastaneye yatırıldığı askeriye tarafından bize bildirildi. Babamın Sivas’ta olduğunu öğrenince kendisini almak için Sivas’a gittim. Hastaneden çıktıktan sonra alıp Kevenli’ye getirdim.” Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin babası İbiş Efendi ne zaman vefat ettiği bilinmemektedir. Ancak kabri Kevenli köyünde bulunmaktadır.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin Tahsil Hayatı

Babası İbiş efendi, Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin henüz küçükken dine düşkünlüğü görünce ilim tahsili için medreseye göndermiştir. İlk olarak Pınarbaşı’nda bir müddet Kur’an tahsiline devam eden Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., hocaları tarafından çok başarılı bulunmuş ve daha ileri seviyede eğitim ve öğretim alması için Kayseri’de bir medreseye gönderilmiştir. Kayseri’de hocası Şeyh Bedreddin Efendi’den hadis, fıkıh, tefsir, arapça gibi dini tasavvufi dersleri tahsil etmiştir.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘nin çok kabiliyetli, zeki ve arif bir talebe olduğunu fark eden hocası Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. ona ilk defa tasavvuf ve tarikattan bahsederek; “Evladım, senin muhakkak bir mürşide intisap etmen gerekir.” demiştir. Bu vesileyle Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. Şeyh Baki Hoca isminde bir Allah dostuna gider ve bir müddet kendisinden tasarruf ederek tarik talibine başlar ancak, Şeyh Baki Hoca Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘nın kendisindeki manen derin farklılığı anlar ki, şöyle der; ”Bedir evladım sen çok nurlu ve çok maneviyatlı birisin. Ben sana yetemiyor ve derinliğine anlam veremiyorum. Senin nasibin ve kısmetin bende değil. Kaldı ki, benimle birlikte olduğun zamanlar bile benimle değil, dünyasını değiştirmiş olan ve hiç görmediğim kendi şeyhimle (Mevlânâ Muhammed Necmeddin-i Kübra) bile tasarruf edebiliyorsun. Çok başka hallerin var. Bu nedenle evladım, sana ben yetemiyorum” deyip, Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘nın kendisini tekrar Şeyh Bedrettin Efendiye yönlendirir.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. Şeyh Bedreddin Efendiye geri döner. Şeyh Bedreddin Efendi Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. ile bir müddet seyr-i sulük eder ve daha sonra da Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘na fayda sağlayacak ilmin kendisinde olmadığını anlar. Bu nedenle de ilim tahsili için bir tanıdığı vasıtasıyla birlikte Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘ı Mısır’a göndermiştir. Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘nin Mısır’da bir yıla yakın bir zaman kaldığı ve burada ki tahsilini hızlandırılmış şekli ile tamamlayıp döndüğü bilinmektedir.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., Mısır’dan döndükten sonra Malatya’nın Hekimhan ilçesinde dört yıl askerlik yapmıştır. Askerlik görevinden sonra tekrar Kevenli köyüne dönmüştür. Sultan  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., tarikat yoluna girmesiyle birlikte sürdürdüğü ticaretini bırakmış ve kazandığı tüm maddiyat kazanımlarını Allah cc. yolunda ve hizmet amaçlı kullanmıştır. Kendisine neden ticarete devam etmediği sorulduğunda; “Mürşidimden ders alıp da tarikata girince gönlümde ilahi aşk tecelli etti. Allahu teala’nın aşkını tadınca da gönlüm dünyadan tamamen geçti. Anladım ki dünya boş, bir oyun ve oyalanmadan ibaret. Bundan sonra Allah yolunda çalıştım. İşleri de kendi haline bıraktım. Allah’ın verdiği kadar rızkımız oldu” şeklinde cevap verdiği aktarılışmıştır.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin Evsafı ve Güzel Ahlakı

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. uzuna yakın orta boylu, buğday benizli, omuzları geniş bir zat idi. Keskin nazarları vardır. Elinden tuttuğu kişiler nazar ve feyzine dayanamayıp düşer, bayılırlardı. Başı sağ tarafa hafif eğikti. Hayatının son on yılında ise sakalları iyice beyazlamıştı. İbadete çok düşkündü. Namaza ehemmiyet verir, çokça Kur’an okurdu. Sünnete uyma hususunda titizlik gösterirdi.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., elinde tesbih, sürekli sessiz zikir halindeydi. Delail-i hayrat ve Fethiye Evradı/Evrad-ı Fethiye okuduğu günlük virtleriydi. Çok gülmezdi. Bir şeye güldüğü ya da tebessüm ettiği zaman peşinden hemen gözyaşı döker, ağlardı.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., az konuşur, az yer, az uyurdu. Konuştuğunda hayır konuşur, sükuntunda ise sürekli murakabe ve rabıta ile meşgul olurdu. Tevazu sahibiydi. Herkesle oturur, herkesle konuşur, insanların, müşküllerin yardımcı olurdu.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘nın Maneviyat Derinliği

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘nin çok keskin nazarları vardı, çok cezbeli idiler. Elinden tuttuğu kişiler tesirine dayanamaz, cezbelenir düşerlerdi. Herkese haline göre nasihat verir, kimseyi dışlamazdı. Cömert idi, hanesi ve sofrası her zaman misafire açıktı. Kendisine kim Allah yolunda çalışır diye sorulduğunda; “cömert olana, sofrası açık olana” derdi. Dünya kaygısı taşımaz, rızık konusunda Allah’a tevekkül ederdi. Keşif ve kerametleri aşikardı. Fakat bunlar iradesiyle değil, Allah’ın lütfu olarak görülürdü. Az ama öz konuşurdu. Kendisi ile konuşanları sabır ile dinlerdi. Konuştuğu Hak’tan, gördüğü Hak’tan işittiği Hak’tan idi. Doğru bildiği, hak bildiği konularda sözünü hiç kimseden esirgemezdi.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. öyle ki, kendisini gören etrafındaki tüm insanlar feyzinden cezbeye gelir ve dair bayılırlardı. Bu sebepten dolayı uzun zamanlar kendisini, köyü Kırgeçit’teki dergahına yakın bulunan bir mağarada saklamak zorunda bırakmıştır. Ancak manevi büyükler zuhurat aleminde kendisine, ”topluma karışmalısın ve insanları davet ederek onların ilmen ve fikren senden faydalanmasını sağlamalısın…” demiş, bu nedenle de mağaradaki yaşamına son verip tekrar toplum içine çıkmak zorunda kalmış ve irşad vazifesine böylelikle başlamıştır.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., çevresindeki küskünleri, aralarında kan davası olan aileleri barıştırır, daima halkın huzuru için çaba gösterirdi. İnsanlara yardımcı olur, kendisine işi düşenlerin işlerini muhakkak hallederdi.

‘‘Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., çocukları çok severdi. Cebinde her zaman şeker ve bozuk para bulundurur, yanına gelen çocuklara verirdi. Bu sebeple onu gören çocuklar hemen yanına koşarlar, elini öperlerdi.”

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., Tebessüm ettiğinde adeta etrafı muhabbet kaplar, tüm dertler kederler unutulurdu. Celallendiğinde ise yüzü farklı bir hal alır, iki kaşını ortasındaki şah damarı kalkardı ve bu açıkça görünürdü. Göğsünden kalp atışları belli olurdu. Gölgesi çok ağır, vakar sahibi biriydi. Onun gören herkes saygı göstermekten kendini alamazdı.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. kendi nefsi için kimseyi incitmez, Allah için olan meselelerde ise kimseye taviz göstermez, sadece hakkı gözetirdi. Uyku ile uyanık hali birbirine çok yakındı. Kalbi hiç uyumaz sürekli zikrederdi. Bir defasında sağ tarafına hafif yaslanmış bir halde iken mübarek dillerinden bir iki kelam dökülmüştü. O an orada bulunanlara bir şey konuştum mu diye sormuş, yanındakiler de peygamber efendimiz ile ilgili bir şeyler söylediniz dediklerinde; “Evladım, farkında değilim. Peygamber Efendimiz bir şey sordu da ona cevap verdim“ demiştir. Bu halinden anlaşılmıştır ki, aynı anda ‘Tayy-ı mekan‘ ile atmosfer değiştirmiş ve mana aleminde yolculuk yaparak sevgililer sevgilisine (Hz. Muhammed SAV.) gidip dönmüştür.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin Hassasiyetleri

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. giyimine dikkat eder, temizliğe çok önem verirdi. Büyük bir manevi ağırlığı vardı. Huzurunda konuşamaz, yanına yaklaşmakta tereddüt ederdik. Konuştuğunda sesindeki yumuşaklığı duyunca kalpler sakinler, sevenleri huzur duyardı. Tebessümü ise etrafındaki herkesi mutlu etmeye yeterdi. Yanında ne kadar kalınsa da nazarına kimse doyamazdı. Onun huzurundayken Mekke’deki Beytullah kokusu ve tadı alınırdı. Onu gördüğünde ihvanların kalp çarpıntısından nefesleri kesilirdi.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., Etrafındakilerle karşılıklı sohbet eder, gönüllerine hitap ederdi. Resmi davranmazdı, candandı. Bu da insanları çok cezbederdi. Hal-ahvali sorduğunda;”size malumdur, siz bilirsiniz efendim!” diyenlere;”Bize Allah bildirmezse bilmeyiz evladım.” derdi. ”Allah’ı bulduğunuz zaman cehennem size cennet olur”. şeklinde derin ilimlere girerdi.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin bir seveni-yakını anlatıyor…

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., nin müritlerinden manen haberi olurdu. Evde veya başka bir yerde iken birden kalbimiz yanar, mürşidimiz gözümüzün önüne gelirdi. Hemen yanına gittiğimizde görürdük ki kalben bizi çağırmış. Aramızda ki bu manevi Tel/Bağ ile haberleşirdik. Mürşidimiz Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin sadece ihvanlarında değil, dünyadan hatta yerdeki karıncadan bile haberi olurdu. Çünkü o zamanının ve cihanın kutbu idi.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. çok konuşmazdı. Konuştuğu zaman da çok net konuşurdu. Önemli konuları üç defa tekrarlardı. Dini konularda gereksiz çekişmelere kızardı. Bir defasında huzurunda bir konu tartışılıyordu.O sırada kendisi de sessizce Delail-i hayrat okuyordu.Birden doğrularak kitabı kapattı ve bakışlarını cemaate yönelterek; “Oğlum, bilmiyorsanız itiraz etmeyin. Bilmediğiniz konuda itiraz şeytandandır.” buyurdu.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., Hiddetlendiğinde göğsü ileri geri gider gelirdi. Tebessümü ise gönülleri feyiz saçardı. İstikamet üzere daim olmaya çok önem verirdi. ”Müridin dinini istikrarlı yaşaması lazımdır.” derdi. Bir hal zuhur ettiğinde dinde aşırıya gitmeyi ve sonra da bu hali kaybedince de dinin emirlerini terk etmeyi sevmez, hatta kızardı. Evladım;”Gösteriş, gurur, benlik insanı helake götürür. Müridin asıl gayesi Allah’ın rızası olmalıdır. Müridin bu istikamette çalışması lazımdır.” derdi.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. doğru, emin ve güvenilir bir insandı. Sözünde durur, ahdinden hiç dönmezdi. Haya sahibi ve engin gönüllü idi.Kendisine yapılan iltifatlara ehemmiyet vermez;”Sefil Bedir, Allah’a kul olsun yeter.” derdi. Kıymeti dünyadan göçünce anlaşıldı. Başkalarının noksan ve ayıplarıyla uğraşılmasını sevmezdi.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., Bu hususla alakalı olarak “Dedikodu etmeyin, yalan söylemeyin, başkalarının aleyhine atmayın, devlet ve milleti sevin, namazı kılın ve dersinize devam edin. Sizin yerinize ben yanarım.” derdi.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., özellikle de; vatan, bayrak, devlet ve millet sevgisi sonsuzdu. Allah için yaratılmışların tümünü severdi. İlim ehliyle sohbetten hoşlanır ve onları bazı konularda; “O bildiğiniz öyle değil, onun hakikati şöyle.” diye düzeltirdi. Sözü yerinde kullanır, gerektiğinde hiç esirgemezdi. ”Yufka yüreklerle yalçın dağlar aşılmaz.” dediği hala hatırımdadır. Öyle ki, devlet erkanından Merhum Adnan Menderes, Merhum Necmettin Erbakan ve Merhum Alpraslan Türkeş gibi hükümet büyükleri kendisini ziyaret etmiş ve dualarından istifade etmiştir.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., zikir olarak en çok ‘TEHVİD ZİKRİ‘ni çekerdi. Bizlere seherde ve sabah namazından sonra tevhit zikri yaptırırdı. Az konuşurdu. Sükut halinde sürekli zikrettiğini görürdük.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin İcazeti

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., hayatta iken ihvanından hiç kimseye vekillik vermemiş, o zamanlar henüz çok küçük yaşlarda olan ve kendisini kamuoyunda ‘Muhammed Bedir Karahan’ diye tanıtan torunu, ‘Gökhan Karahan (ARAP) ‘ın ileride yerini doldurabileceğini çeşitli vesilerle yakınlarına söylemiştir.

ANCAK; torun Gökhan Karahan (ARAP), kitlesel-toplumsal ve bilimsel-ilimsel anlamda irşad edebilme donanım-kapasitesi ile manevi anlamdaki destur-düstur’a sahip olmadan gençliğinin vermiş olduğu heyecana kapılarak nefsine uymuş ve çok aceleci davranmış. Bu hal üzere de, dedesi Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’ın bizzat kendisine icazet verdiğini beyan etmek suretiyle tarikat yolunun teyammülsel adabına ve geleneksel erkanına uygun olmayan bir vaziyet almış ve şeyliğini açıklamak suretiyle mürşitlik yoluna girmiştir. Tüm bu yaşananlar nezdinde-nihayetinde dedesi olan Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin çok büyük emeklerle günümüze dek taşıdığı ve toplumca mukaddes kabul edilen ‘Ruhaniyyeti yolu‘na bağlı tarik’a-camiasındaki ihvan-ihvaneler arasında bölünmelere neden olmuştur.

”Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘ın torunu Gökhan Karahan (ARAP), her ne kadar gençlik heyecanı ile şeyh-mürşitlik dünyasına sevhen girse de, islam dinine sağladığı fayda ile yaptığı gayretli programlar ile bu kutlu yola verdiği tüm samimi emekler, görmezden gelinemez. Bu zamanda böylesi bir önemli misyonu omzuna yükleyerek layıkıyla taşıyabilmek ve bu zor sorumluluğu da sürdürmek asla kolay değildir. Dua ve temenni odur ki kendisinin ayağına taş bile değmemesidir.” (AMİN.)

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., Öyle ki bu konuda birçok söylentiler meydana gelmiş ve halen de gelmekte. Üstelik Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. o dönemde henüz hayatta olmasına rağmen bu davranışlar gerçekleşmiştir.

”Kimileri doğrudan, kimileri de mânâdan kendilerine tarikat şeyhliği hatta mürşitliği verildiğinin beyanında bulunmuşlardır. Kimileri görevliyim, Kimileri Vekilim demiş, Kimileri ise Halifeyim diye açıklamalarda bulunmuş…”

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘ da söz konusu bu ihtilaf ve çelişkilerden dolayı yanlışlara yönelik gidişe dur demek için artık bir basın açıklaması yapmak zorunda kalmış. Tabii ki o yıllarda yapılan bu açıklama o dönemin teknolojik şartlarının ve koşullarının elverdiği ses kayıtları ile ancak gündeme getirebilmişler.

İlgili kayıtlardan sadece bir tanesini paylaşıyoruz sizlerle. Ses kaydını dinleyenler de anlayacaklardır ki tüm yetkiler Nevşehirli Hacı  Hüseyin Gümüş (K.S.)‘ de. Ses kaydında Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. bunu çok net bir şekilde beyan etmiştir. Özelliklede açıklamanın içinde geçen, “Nevşehirli Hacı  Hüseyin Gümüş (K.S.) için, ”O’nu benden daha ileri tutarak kendisine hürmet edin” şeklindeki detay da, artık;’Nakşibendi, Kadir-i, Rufa-i ve diğer tarik yolarının kendinden sonraki tek vazifelisi, görev ve yetkilisi tamamen Nevşehirli Hacı  Hüseyin Gümüş (K.S.)‘da olduğu netlik kazanmıştır. (Allah himmetlerine nail eylesin. Amin.)

SES KAYDINI DİNLEMEK İSTEYENLER… TIKLAYIN 

https://www.dailymotion.com/video/xsxyjd

”Düşünebilen akıl sahipleri anlayabilir ki, Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., kendinden önce veya sonra bir  görevlendirme, tayin, atama veya her hangi bir yetkilendirme verecek olsaydı eğer, yayınlanan ses kaydı örneğindeki gibi bir seslendirme daha yaparak zaten açıklama yapabilirdi.”

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. der ki; içinde bulunduğumuz konjonktür ve zaman itibari ile artık dergahlarda oturup mürit ve ihvan beklemek doğru değildir. Tüm mesele İslamiyet’e gönül vermek ve yüce dinimiz için bir asker gibi çalışmak ki; ”Yemeğini ekmek arası yapmak suretiyle elinde yiyerek sokaklarda insanlığı hakka davet etmek gerekmektedir. Çünkü, zaman çok yakındır.” Aksi taktirde Asr süresinde Mevlanın buyurduğu gibi “insanlar hüsrandadır ancak, hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna” sırrına mazhariyet olamayız.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin Nevşehirli Hacı  Hüseyin Gümüş (K.S.) ile sürdürülebilir ilişkisi

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., ihvanlarına daima Allah’ın emir ve yasaklarına uymaları, istikametten ayrılmamaları hususunda nasihatlerde bulunmuş. İcazet konusunda ise de, yerine geçecek olan yeni mürşidi kamilin ancak tarikat adabının gereği ve özelliklede silsile-i sadat-zeheb‘in usulü ve erkanı üzere yalnızca Allah cc.’dan müsade ile verilebileceğini çok defa dile getirmiştir.

Bu kapsamda kendisinin tarikat bünyesindeki makamının ‘Kutbul Aktab‘ (Cihanı-evrenin iradesini sevk ve idare eden…) derecesinde olması münasebetiyle, dünyanın doğusun da (Türkiye-türki cumhuriyetleri) bizzat kendisi tasarrufta bulunmuş.

Evrenin Batısı’nda ise de, kamuoyunda ‘‘Nevşehirli Hacı  Hüseyin Gümüş (K.S.)” (Efendi Baba) olarak bilinen, ‘Nevşehirli Hacı  Hüseyin Gümüş (K.S.)‘ü bizzat görevlendirerek Almanya’nın Münih şehrine göndermek suretiyle ‘Güneş birgün batıdan doğacak…‘ hadisi şerifinin vuku bulmasını murad ile nazar eylemiş ve Nevşehirli Hacı  Hüseyin Gümüş (K.S.)‘ün kalan yaşamının tamamını Almanya başta olmak üzere tüm batı ülkelerinde camilerin açılması ve ezanların okunması, zikir meclislerinin kurulması ve islamın yaygınlaştırılması konusunda çok büyük rol oynamıştır.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin, Nevşehirli Hacı  Hüseyin Gümüş (K.S.) üzerinden Şeyh Mürşid Dr. Rashid İbrahim Haake K.S. ile tasarrufuna devam etmesi

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin Nevşehirli Hacı  Hüseyin Gümüş (K.S.) üzerinden başlatıp sürdürdüğü, manası çok derin ve anlamlı olan bu büyük adımın devamı ve sürdürülebilirliği bağlamında ise, Kamuoyunda ‘Şeyh Mürşid Dr. Rashid İbrahim Haake K.S.‘ olarak bilinen henüz 5 yaşında iken müslüman olma şerefine nail olan Alman asıllı ve şimdilerde de İsviçre’nin Basel şehrinde görevsel anlamdaki yaşamını sürdüren Uzman Klinik Psikolog Şeyh Mürşid Dr. Rashid İbrahim Haake K.S.‘ ve kendisi gibi sağlıkçı olan eşi Hacı Kadriye hanımefendi ile batı ülkeleri başta olmak üzere ve dünya genelindeki tasarrufunu halen devam ettirmektedir.

Bu sayede binlerce insan Müslüman olup İslamla şereflenmiştir. (ALLAH cc. onlardan razı olsun…)

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., özellikle birlik ve beraberlik konusunda oldukça hassasiyet üzeredir.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., özellikle birlik ve beraberlik konusunda oldukça fazla nasihatleri vardır. İhvanlarının dergah ve yolun ruhuna sadık olmalarını ve bu yoldan ayrılmamalarını istemiştir. Dergahtan ve yolun ruhundan ayrılmayıp istikamet üzere çalışan ihvanlarının başka bir arayışa girmelerine gerek olmadığını söylemiştir. İhvanların ve sevenlerinin derslerine ve hatim sohbetlerine devam etmelerine istemiş ve dünyadan göçtükten sonra himmetinin daha fazla olacağını söylemiştir.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., vefat etmeden çok kısa bir zaman önce kendisini ziyarete gelen ihvanlarına hitaben; “Evlatlar, bu son görüşmemiz, beni bu dünyada bir daha göremeyeceksiniz. İnşallah mahşerde beraber oluruz” temennisinde bulunda sonra; “Çok müride emek ettim, çok güzel ihvanlarım yetişti ama korkarım ki benden sonra kırk sahte şeyh çıkar. Bunlar sizi aldatmasın” buyurmuştur. Bu konuyla ilgili Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘nin eşi Şerife Karahan’dan nakledilen bir hatıra ise şöyledir: Eşi Şerife Karahan, bir gün  Bedir Karahan Efendi’ye; “Efendi, sen ahrete göçersen bu kadar mürit ne olacak?” diye sorduğunda, Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.; “Hanım, biz ahrete göçünce himmetimiz daha güçlü olur. Kılıç kınında çıkınca daha iyi vazife yapar. Bizler beden kınından çıkınca daha iyi vazife yapar. Müritlerim vefatımdan sonra kapısına bağlı olduğu müddetçe himmetim onların üzerine olur. Lakin benliğe düşenlere himmetim olmaz” demiştir.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’nin Vefatı

Olağan zuhurat ve kerametleri ile çevresindeki insanları hayretler içerisinde bırakan Sultan  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., 1901 yılında teşrif ettikleri dünya hayatından 14 Ağustos 1983’te ebedi hayata intikal-irtihal etmiştir.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. hayatının son günlerinde çevresindeki tüm sevenlerine yönelik, doğruluktan; takva ve ihlastan ayrılmamaları hususunda sürekli nasihatte bulunarak onlara adeta ahrete intikal edeceğini imasında bulunmuştur.

Ağır hasta ve halsizlikten düşkün olmasına rağmen son zamanlarını hep Kur’an okuyarak geçirmiş olan Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., vefat edeceği gün kuşluk namazını kıldıktan sonra selam vermiş ve Kur’an okumak istemiş. Hastalığı dolayısıyla yanına bulunan çocukları; “Baba, artık yeter yoruldun” dediklerinde, “yok yavrum, biraz daha okuyayım” diyerek Kur’an okumaya devam etmiştir. Kur’an okumayı bitirip, orada bulunanlara dönerek; “Evlatlarım bizden birisi vefat etti” buyurmuş ve hemen akabinde salavat-ı şerife getirip ardından da kelime-i şahadet getirerek kendinden geçmiş.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., bu hal üzere son nefesini vererek HAKK’ın rahmetine kavuşmuştur. 1983 yılı 14 Ağustos’ta öğle vakti vefat eden Efendi’nin cenazesi aynı gün sevenleri ve ihvanlarının katılımıyla defnedilmiştir. Yaz mevsimi olmasından ötürü aşırı sıcak olmasına rağmen defin sırasında birden bire yağmurun yağması onu sevenlerin üzüntü ve ağlamasına gökyüzünün rahmetle iştirak olarak yorumlanmıştır.

Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘nin türbesi Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesi kabristanlığındadır. Her sene Ağustos ayında yıldönümüne münhasır ihvanlarını manen ve zahiren misafir etmektedir. (Allah cc. himmetlerini tüm insanlığa nasip etsin. AMİN.)

10- Hüseyin Gümüş (K.S.A)

Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) Kimdir?, Hayatı ve Biyografisi…

Mevlana Şeyh Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), 1929 yılında Nevşehir’in Derinkuyu İlçesindeki “Çakıllı” köyünde dünyaya gelmiştir. Henüz çocukluğunda akranları bile manevi farklılığı anlamış ve kendisinde özel bir halin bulunduğunun kanaatine varmışlar ki, oyun zamanı arkadaşları ile karşılıklı oynanan oyunlarda hep kendi taraflarında oynamasını istemişler. Çünkü Mevlana Şeyh Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) hangi tarafta olsa o taraf mutlaka kazanırmış.

Mevlana Şeyh Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), vatani görevini yerine getirdikten sonra geçimini sürdürmek için ağabeyi ile birlikte memleketi Nevşehir’den gurbet yollarına çıkmış ve helal kazanç elde etmek amacıyla İstanbul’da ticaret hayatına başlamıştır.

Akabinde devam eden özel hayatı boyunca da iki evlilik yapmış ve bu evliliklerinden 11 çocuk meydana gelmiştir.

Mürşidi Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. ile ilk tanışması ve manen görevlendirilip yetkilendirilmesi

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün Mürşidi-şeyhi Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’ın; Nakşibendi ve diğer tarik kolları ile alakalı icazet -makamının ‘Kutbul Aktab‘ (Cihan-evrenin iradesini sevk ve idare eden) derecesinde olması münasebetiyle, dünyanın doğusunda (Türkiye – Türki Cumhuriyetleri) bizzat kendisi tasarrufta bulunmuş. Evrenin Batısında ise de, Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ü görevlendirmiştir.

Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ü öncesinde Almanya’nın ‘Berlin‘ şehrine göndermek suretiyle ‘Güneş bir gün batıdan doğacak…‘ Hadisi Şerifinin vuku bulması gayesini amaç edinmiş, murad eylemiştir.

Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S., bu minvalde 1950’li yıllarda Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘’ü Almanya’ya gitmesi için zuhurat aleminde kendisine hikmet ile nazar etmiştir.”

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) ile İslam sancağının Batı (Avrupa)’da sallanması ve taşınması

Almanya’ya gönderilen ve zuhurat aleminde kendisine hikmet ile nazar edilen Mevlana Şeyh Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) bu sayede, İslam sancağının tüm Avrupa genelinde sallanmasına öncü olmuş ki, yoğun ve samimi bir Müslümanlık yaşantısı üzerinden diğer Türk ve çeşitli Müslüman ülkelerine münhasır olan tarikat camiası ile cemaatlere de kapı açılarak, dergahların ve çeşitli STK’ların kurulmasının önü açılarak temsilcilik ve şubelerinin açılmasına vesile olmuştur.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)’ün iki emeklilik ödemesi alma hakkından birini Türkiye Cumhuriyeti hazinesine devretmesi

Bildirildiği üzere Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) Almanya’da memur statüsüne kadar yükselerek PTT’de görev yapmıştır. Bu görev süresi 20 yılı aşkın sürmüş ve bu sayede emeklilik hakkı kazanmış ve Almanya yasalarına göre emekli olmuştur. Hatta kendi ülkesi Türkiye’den de bireysel emeklilik hakkı kazanmış ancak, “hiç çalışmadığım sistemde prim günlerini yatırmış olsam bile emeklilik kazanç-ödemesi alarak tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyemem ki, bu Mümin bir davranışa da zaten yakışmaz” diyerek ömrü boyunca ikinci emeklilik ödemesini hiç almamış ve Türkiye Cumhuriyeti hazinesine bırakmıştır.

Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. ile sürdürülebilir tasarrufu

Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S. ile tanışması ile başlayan manevi birlikteliğin maneviyat aleminden yönetildiği ve bu tasarrufa da Hz. Hızır A.S.’ın aracılık yaptığı söylenmektedir.

Kaldı ki zahirdeki tasarruf-temas Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün vefatına kadar her yılın Ağustos ayında Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesindeki Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutb-ul Aktab) K.S.’ın kabri ve dergahına düzenli olarak gerçekleştirilen ziyaretlerin tüm ihvanlara yönelik tarik-yol üzere seyr-i süluk metodundaki uygulamalarına devam etmiştir.

Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutb-ul Aktab) K.S.’ın bıraktığı o kutlu davaya layıkıyla yürütüp-sürdürüp nihayetine kavuşturduğuna dair tüm seven-ihvanları şahit olmuş ve bu anlamlı hizmete ve omzundaki yükü hafifletmek için birlikte yol yürümeye devam etmişlerdir. (Allah CC. hepsinden razı olsun)

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S.(Efendi Baba)‘ün hicreti ve Almanya’ya gidişi

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), ünlü bir beyaz eşya firmasının Almanya’da bulunan merkez fabrikasına yönelik Türk Vatandaşlarına yapmış olduğu işçi alma duyurusu ile Almanya’ya giden ilk işçi kafilesinde yer almıştır.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün Almanya’da ilk sohbeti

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) çok kısa sürede kendisini sevdirmiş ve etrafında bulunan kendi gibi gurbetçi Türk vatandaşlarımız ile hem hal olmuştur. Bu durum güven ile hemen arkadaşlık ve dostluğa dönüşür. Akabinde ise dostluğun getirdiği güven ve dönemsel olarak islama ait olan samimiyet ve hoşgörüye olan ihtiyaç-açlıkla birlikte sayılar gittikçe artmış kalabalık bir cemaat oluşmuştur.

Öyle ki, çalıştığı kurumun müdürü ‘By Hans’ dahi, “sen normal bir müslüman değilsin. Senin halin ve yaşayışın gördüğüm diğer müslümanlara nazaran daha da samimi. Bu nedenle istediğin gibi iş yerinde namazını kılabilir, istediğin şekilde ibadetlerini yapabilirsin.” Oysaki’ aynı şef By Hans, diğer gurbetçi vatandaşların yaşayışlarında samimiyet görmediğini beyan-belirterek mesai saatleri içerisinde her hangi bir özel aktiviteye-izin vermemekte çok disiplin-çaba gösteriyordu. Ancak By Hans koyu bir Hristiyan olması ve Müslümanlığa karşı antipati duygular beslemesine rağmen, Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün kendisindeki maneviyatı net bir şekilde gözlemlemiş ki, kendisinin tüm ibadetlerini yerine getirebilmesi için ‘özel bir oda tahsisinde de bulunmuş’ olduğu bilgisine ulaşılmıştır.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün Almanya’da ilk ezan okunması ve ilk zikir halkasını başlatması

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün kalan yaşamının tamamını Almanya başta olmak üzere tüm batı (Avrupa) ülkelerinde camilerin açılması, ezanların okunması ve zikir meclislerinin kurulması ile islamın yayılması konusunda çok büyük rol oynamıştır. Öyle ki, daima yumuşak ve duygu dolu kelimelerle felsefik-edebiyat’ı  birbirine harmanlamış ve bu özel-güzel sözlerini gönül dilinden dile getirerek kadın ve erkek ihvanlarının kalplerine yönelik ilahi aşkını işlemiştir.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), ders tertibatı üzerinden çeşitli zikir ve tesbihat çalışmalarını da entegre ederek, ‘Nakşibendi yolu ve geleneği başta olmak üzere diğer tüm tarikat usullerinin evrensel niteliğe tekrar kavuşması‘na öncü olmuştur.

Öyle ki, Almanya’nın çeşitli şehirlerinden ve tüm çevre ülkelerden gelen seven-ihvanları ile birlikte Hac farz-vazifesi için Sevgililer diyarı Mekke-Medine’ye de gitmiştir.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün Kültür Sanata verdiği değer

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), kültür ve sanata verdiği değer üzerinden tüm özel ve anlamlı davranışını da zaman zaman beyit, naat ve ilahi sözleriyle de süsleyerek tasavvuf geleneğinde cezbe hali denilen ‘hal ehli’ (dünyada turist hali) olmalarını sağlamış. 

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), sık kullandığı beyitler…

Allah diyen boşta kalmaz
Derviş olan ağlar gülmez
Burdan giden geri gelmez
Söyler Mevlanın aşkına gibi söz ve beyitleri dile getirerek kalplere ilahi aşk’ı nakşetmiştir.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), geçici olan dünya hayatına aldanmamak ve gafletine de dalmamak adına seven-ihvanlarına aktardığı bir diğer söyleminde ise de;

Ömür der ki; kalk gidelim!
Gönül der ki; demin geldik… sözlerini aktarmıştır.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) kendi içinde bulunduğu hali-ahvali de şu beyitlerle anlatmıştır;

Biz geceyi güne kattık
Her nefeste Hakk’a taptık
Sanmayın ki yoldan saptık
Hu’dur bizim huzurumuz
Hak’dır bizim zuhurumuz
**
Aşk ehlinin yoldaşıyız
Meşk ehlinin sırdaşıyız
Sultanların sultanıyız
Hu’dur bizim huzurumuz
Hak’dır bizim zuhurumuz
**
Ahmed buldu ol Ahmed’i
Mustafa’yı Muhammed’i
Cümlesini bir eyledi
Hu’dur bizim huzurumuz
Hak’tır bizim zuhurumuz

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), bestesinde günaha yönlendirecek  sözlerin bulunmadığı ve Anadolu topraklarının bağrından kopmuş sanatçılarımızın bestelediği türkülerden de en çok;

Keklik gibi kanadımı süzmedim
Murad alıp doya doya gezmedim
Bu kara yazıyı kendim yazmadım
Anlıma yazılmış bu kara yazı
Kader böyle imiş ağlarım bazı
Gönül ey sebebim ey… gibi türküleri dile getirerek kültür ve sanata da önem vermiştir.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S.(Efendi Baba) ile Batıda İslamın yayılması

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) ile batı (Avrupa) da İslamın yaygınlaşması; sohbet şekli ile başlayan muhabbetler, beraberinde derinleşerek önce Hazreti Ebu Bekir Sıddık R.A. efendimizden günümüze kadar gelen Nakşibendi geleneği bünyesindeki prensipler gereği “hatme ve sessiz zikir” usulüyle devam etmiştir.

Mana aleminden gelen işaret ile de usul şekli “sesli zikir” tekniksel yöntemine dönmüş ve öyle devam etmiştir. Kaldı ki, bu uygulamada Hazreti Ali R.A. efendimize meşreb-münhasır olarak günümüze ulaşan “doğru nefes alma” tekniklerini geliştiren bir metottur.

Tüm bu uygulamalar ve samimi ilişkiler kısa süre içerisinde çevre şehirlerden de duyulmuş ve gittikçe yayılarak Almanya’nın hemen hemen tüm şehirlerine ve batı (Avrupa) da bulunan diğer tüm ülkelere de yayılmıştır.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), gençlik ve ilerleyen yaşlarda en çok yaptığı aktivite İslami kitaplar ve destekleyici çalışmalar içinde bulunmuştur. 

TAVSİYE ETTİĞİ KİTAPLARDAN BAZILARI:
MÜRŞİD’E EDEP
KARA DAVUT
MARİFETNAME
ABİDLER YOLU
KALPLERİN KEŞFİ
ŞEYTANIN HİLELERİ
KALPLERİN ANAHTARI
VELİLER VE TARİKATLARDA USÜL gibi eserleri çokça okur ve seven-ihvanlarına da hediye etmek suretiyle mükerrer-defaatlen okumalarını tavsiye ederdi.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün Tarikat adabı ile Mürşid’e edep ile ilgili görüşleri

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)’e yöneltilen ‘Ben vefat etmiş ve Dünyasını değiştirmiş bir Mürşid’e intisaplıyım ve ona rabıta yapıyorum. Bu durumda nasıl bir tasarruf sağlar ve nasıl bir manevi kazanım sağlarım. Dünyasını değiştirmiş bir Mürşid ile zahiri alem ve manevi alem olmak üzere her iki alemden nasıl bir ilişki sürdürebilirim…’ şeklindeki bir soruya ilişkin verdiği anlamlı cevabını şöyle dile getirmiştir.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), ”Evladım; kendi mürşidimden şöyle duymuştum; “Dünyasını değiştiren veliler-mürşitler manevi kılıcını daha rahat ve kolaylıkla kullanabilir. Sorumlu olduğu bölgede ve yükümlüsü bulunduğu ihvanlarına karşın daha da kolaylıkla manevi ilişki kurarak onlara himmetini göstererek üzerlerinde tasarrufta bulunur”.

Ancak, bu denklem-denge dünyasını değiştiren şeyh-mürşid’in kendisi ile ilgili bir irade’dir. Yani mürit veya ihvanlarla alakalı bir durum asla değildir. Şöyle ki, ‘Mürit’ anlam itibari ile ‘isteyen-talep eden’ demektir.

‘Mürşid’ ise ‘isteyene-talep edene veren’ anlamına gelmektedir. Bu vesileyle tarikat adabı ve tasavvuf geleneği dünyasını değiştiren bir şeyh-mürşitten manen istifade edebilecek yetenek ve kapasite yine kendi gibi veli-mürşid yetkisi-müsaadesi olanlar için geçerlidir.” demiştir.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S.(Efendi Baba)‘e yöneltilen Şeyh ile Mürşid arasındaki fark nedir sorusuna yönelik şöyle cevap vermiştir.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), Şeyh ile Mürşid Arasındaki Fark da; ”Şeyh adres sorduğun kişiye benzer nasıl ki o kişi sana sormuş olduğun adresi tarif eder şu yönden gideceksin, bu yönden döneceksin ve şöyle yapacaksın deyip yönlendiriyor ise Şeyhin statüsü de işte tam manasıyla böyledir. Ancak mürşit ise de sormuş olduğun o adrese elinden tutup seni bizzat kendisiyle birlikte götürendir. Fedakarlık yapıp seninle birlikte söz konusu adrese ve menzile seni götürüp ulaştıran kişidir!..’‘ demiştir.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), ‘Mesela dünyasını değiştirmiş ve alanında Uzman Profesör bir doktoru ele alalım ve bir de yaşayan normal bir hasta düşünelim. Vefat etmiş Profesör doktorun mezarına giderek o profesör doktordan hastalık ile ilgili herhangi bir bilgiyi nasıl alabilir, muayene olabilir ve tetkikler ışığında nasıl bir tedavi süreci başlatarak şifa elde edebilir.

Şimdi bir de normal uzman bir doktoru ele alalım. Yaşayan ve normal bir doktor ile dünyada iken yanına gittiğimizde kendisinden hastalığımız ile ilgili tüm bilgileri alarak gerekli muayene ve tetkikleri yaptırarak şifa elde edeceğimiz ilaçları reçete ile temin ettirip, hastalığımızla ilgili tedavi sürecini başlatabilir ancak onun gözetimi dahilinde sürdürülebilir ilişki kurabiliriz.

Yaşayan şeyh-mürşit de böyledir işte. Kendisine gelen müritlerin sorularına cevap verecek rüyalarını çözümleyebilecek ve manevi olabilecek özel hallerine karşın mevcut durumunu gözlemleyerek kendilerine nazar edecek ve bu sayede kendisine tasarruf sağlayacak bir kapasiteye sahip olan yaşayan bir Şeyh/Mürşit ile temas ederek sürdürülebilir bir ilişki sürmesi gerekmektedir. Aksi taktirde vefat etmiş ve alanında en Uzman Profesör doktor bile kendisinde bulunan ve ileride oluşabilecek tüm hastalıklarına karşı bir çare ve önleyici tedbir-hizmetler kapsamında destek alamaz.’ vurgusunda bulunmuştur.

Dünyasını değiştirmiş Allah dostları da böyledir; diyen, Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba);”Mevkisi ve makamı ne olursa olsun, dünyasını değiştirdikten sonra tasarrufu öncelikle 100 küsür elementler üzerinde akabinde de sevdiği ve himmet etmesine müsade edilen canlılara yönelik ancak tasarruf edebilir. ‘Yaşayan Şeyh-Mürşid ile yüz yüze-göz göze ve kendisine temas edebilmek suretiyle yapılacak ziyaret ve çeşitli sivil aktivitelerle bir araya gelinerek kendisinden lazım olan tüm ihtiyaçlar ancak elde edilebilir.‘ Bu bir sancaktır. Elden ele günümüze dek gelmiştir kaldı ki silsilenin (Silsile-i Sadat) ne anlamı kalır o zaman bakın ben de kardeşlerimin başındayım her gelene kapısını açmakla mükellefim onları dinlemek hal ve ahvalini sual etmek, rüyalarını ve bir takım manevi hallerini dinleyerek, gözlemleyerek mevcut durumlarına yönelik çare üretmeye ve doğru bilgilerle onları yönlendirerekle mükellefim.” şeklinde, sözlerine açıklık getirmiştir.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) aynı konuya ilişkin, bir ayet üzerinden meseleye yönelik yaptığı açıklamalarını şöyle sürdürmüştür; “Kur’an’ı Kerim’deki Kehf suresinin 66. ayetinde ‘Musa (A.S.) ile Hızır (A.S.) arasında geçen o kutlu yolculuk çok net bir şekilde anlatılarak izahat edilmiş ve bu duruma ışık tutmuştur.”

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), bizlere bildirilene göre, ‘Mûsâ O’na (Hızır’a): Allâh’ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tâbî olabilir miyim?’ dedi.’ Kurandaki bu hayret verici ve olağanüstü anlatım aslında yaşayan bir mürşid bulmanın ve onunla yol yürümenin önemine delildir. Hatta delilden de ötedir. Kaldı ki, normal yaşantı ve hayatın olağan akışında bulunan bir insan-mürit dünyasını değiştirmiş bir şeyh-mürşid ile manevi anlamda bir ilişki kurması ahir olan bu zamanda imkansız değilse de çok ama çok zordur. ‘Çünkü bir öğrenci mutlaka öğretmenine giderek, onu dinleyerek ve öğretmeni ile belli bir zaman geçirerek eğitimini ancak tamamlar. Vefat etmiş başka bir öğretmenden istifade etmesi imkansızdır.‘ Manevi haz-cezbe kazanımı için dünyada olmayan birinden faydalanmak başka bir şey, ama eğitim üzere öğrenim ve mevcut hallerinin sürdürülebilirliğini sağlamak ve tasarruf etmek için temas kurmak gayesiyle yaşayan biriyle yol yürümek çok başka bir şeydir. Bu iki denklem-denge birbirine böylece karışmamalıdır.” şeklinde ki açıklamalarıyla seven-ihvanlarını uyarmıştır.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) konuyu detaylandırarak açıklamalarını şu sözlerle vurgulamıştır: “Bu nedenle tasavvuf geleneği ve adabı gereği dünyasını değiştirmiş bir mürşid ile değil de, yaşayan bir mürşid sayesinde seyr’u süluk ile birlikte tarikat yolunu yürüyerek menzile varmak gerekmektedir. ‘Aksi taktirde her mürit tüm yaşayan şeyh-mürşitleri bir kenara itmek-bırakmak suretiyle önceki zamanlarda yaşamış ve dünyadan göçmüş velilerle sözde yol yürümeye çalışırsa o yolun ucu kendisini anlamsız yerlere götürür!‘ Hatta, o dünyasını değiştirmiş vefat edenleri de aradan çıkarıp ‘Fena Makamı’nı bile  kullanarak doğrudan doğruya gidip peygamberlere intisap ettim dese bile bu da çok adap ve gelenek dışı bir hareket olur!..” EDEBİLİYORSA TABİİ!

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), sözlerini şöyle devam ettirmiştir; ”Bir insan ‘Dünyada olmayan biriyle iletişim‘ halini kurabilmeyi başarabiliyorsa eğer, zaten o insan mürit değil ”Mürşid” olmuştur demektir. Ve hemen onun ”elini öpmek” lazımdır!.. Ancak bu durum hem tarikat adabına hem tasavvuf prensiplerine hem de Kur’an-ı Kerim’deki ayetlere karşın da terstir. Öyle ki, bir ayeti kerime (Tevbe-119) de Allah C.C.: ‘Ey iman edenler, Allah’a karşı gelmekten sakının ve ‘Sadıklarlarla birlikte’ olun…” diye buyurmuştur. Ayette anlatılmak istenilen denge ve irade nedeniyle bir mürit mutlaka dünyada bulunan-yaşayan bir şeyh-mürşid bulmalı ve onunla sürdürülebilir bir ilişki kurarak arzu ettiği içsel yolculuğuna adım atarak yürümelidir.” Şeklinde cevap vererek tarikat-cemaat içindeki günümüz şartlarında yaşanılanlara yönelik ışık tutmuştur.

Mürşid olduğunu nasıl anlarız?” Sorusuna cevabı

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘e yöneltilen “Efendim, Mürşid kimdir? Bir insanın Mürşid olduğu nasıl anlaşılır ve bir Mürşid nasıl bulunur?..” şeklindeki soruya verdiği cevap çok manidardır. Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün soruya ilişkin verdiği o cevap şöyledir: “Evladım, bir kişinin Mürşid olmasının iki yönlü-türlü ölçüsü veya özelliği vardır. Şöyle ki, birincisi Allah C.C. tarafından maneviyat üzerinden zuhurat veya rüya gibi yollarla Mürid’e bildirilen kişi Mürşittir. İkincisi de yanında oturtulduğu zaman ağzından Allah kelamından başka bir kelam çıkmayan ve yanında oturanların da aklına ve kalbine Allah C.C.’tan gayrı başka bir düşünce nakşetmeyen kişidir. Kaldıki, hiç bir büyük ben büyüğüm demez. Diyemez!..”

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün Şeyh Mürşid Dr. Rashid İbrahim Haake K.S. ile ilk tanışması

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün Şeyh Mürşid Dr. Rashid İbrahim Haake K.S. ile ilk karşılaşmaların da Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün ağzından çıkan ilk söz, ‘Sen benim için yaratılmışsın, ben de senin için…’ şeklinde olmuştur.

Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.’ninyönlendirmesi ile başlayarak yürüttüğü manası çok derin ve anlamlı olan bu büyük adımın devamı için ise Kamuoyunda ‘Şeyh Mürşid Dr. Rashid İbrahim Haake K.S.‘ olarak bilinen Allah dostu ile sürdürmektedir.

Henüz 5 yaşında iken müslüman olma şerefine nail olan Alman asıllı ve şimdilerde ise İsviçre’nin Basel şehrinde görevsel anlamdaki yaşamını sürdüren Uzman Klinik Psikolog Dr. Şeyh Mürşid Dr. Rashid İbrahim Haake K.S. ve kendisi gibi sağlıkçı olan eşi Hacı Kadriye hanımefendiye yine batı ülkeleri başta olmak üzere, dünya genelindeki tasarrufunu halen devam ettirmektedir.

Bu sayede binlerce insan Müslüman olup İslamla şereflenmiştir. (ALLAH cc. onlardan razı olsun…)

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) ile Türkiye’de yaygınlaşma

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), Avrupa’da batı medeniyeti bünyesinde yürüttüğü Tarikat-Nakşibendi prensipleri ve geleneği görevini eş zamanlı olarak Türkiye’de de devam ettirmiştir. Doğup büyüdüğü ve halk nezdinde saygınlıkla anıldığı memleketi Nevşehir’in çakıllı köyü başta olmak üzere tüm ilçelerine yayılmış ve hatta çevre illerden de duyan herkesin kendisine ulaşarak bir vesile ile aynı duyguları ve maneviyatı yaşayan insanlar nezdinde başlayan topluluklar, gördükleri keramet, duydukları hoş sohbetler kalplerine nakşolmuş ki, zuhurat üzere bu ün İstanbul’a kadar yayılmış. Öyle ki, birçok ilçede belirli günlerde ve eş zamanlı olarak hatme-i zikir için bir araya gelerek toplanılmış ve dair bu anlamlı görevi son nefesine kadar layıkıyla sürdürmüştür.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)’nın Keramet ve Zuhuratlara ilişkin tutum ve davranışları

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), kendi kendine mana aleminden keramet, zuhurat veya herhangi bir zahiri görüntü gördüğünü iddia eden-böbürlenenlere yönelik: “Evladım, nihayetinde şeytan da aldığı müsaade ile sizlere birtakım görüntüler veya sizin nefsinize güzel gelecek şeyler gösterebilir. Unutmayın ki, o bir doğru gösterir ama yanında da hemen bin de yanlış yaptırır. Asla nefsinize uymayın ve görüntülere, seslere veya size sözde manadan verilmiş ve makamlar içinde gösteren sahte hallere inanmayın ve kibre düşmenizi sağlayan birtakım görüntülere de aldanmayın.” şeklindeki ifade ve hassasiyetle kendilerini uyarmıştır.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), bu ve benzeri durumlarda ısrarcı olanlara yönelikte “Velev ki doğru olsa, velev ki halleriniz rahmani de olsa içinizde tutun ve gizlilik içerisinde saklayın. ‘Hiçbir büyük ben büyüğüm demez’. Kaldı ki tüm bunların nazarda ve hikmette hiçbir manası ve önemi yoktur. Önemli olan efendimiz hazreti Muhammed Mustafa sav.’in de dediği gibi, az da olsa devamlılık içinde yaptığınız ibadetler ve nafilelerdir…” diye sevenlerine anlamlı ifadelerle yol göstermiştir.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)’ün yerine geçtiğini iddia edenlerle yönelik izahat…

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün görev yeri Şeyh-Mürşidinin talimatı ve yetkilendirmesi ile Batı (Avrupa) daki ülkeler olduğunu ve son nefesini de yine yetkili olduğu o bölgede verdiğini unutmamalıyız. Bu yetkilendirme ile ilgili ses kaydını da tüm seven-ihvanları dinlemiştir. (Yetkilendirme ve diğer karmaşalara son vermek amacı ile Mürşidi  Bedir Karahan efendinin talimatını içeren ses kaydını paragrafın bitiminde tüm kamuoyuna paylaşılmıştır)

SES KAYDINI DİNLEMEK İSTEYENLER… Lütfen Tıklayınız... https://www.dailymotion.com/video/xsxyjd

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba) – Şeyh Mürşid Dr. Rashid İbrahim Haake K.S.

Bu minvalde Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)‘ün yerine geçtiğini iddia edenler ve oturduğu yerden rahatça vekil, halife yada her hangi bir titri üstlenmek suretiyle kendisine şeyh-mürşitlik atfedenler düşünme-akletmesi lazım ki, bu kutlu yol sadece Batı (Avrupa) da geçerlidir. Varsa bu sancağı yine Batı (Avrupa) da taşıyıp yürütmek isteyenler; kendisine, ilmine ve dair maneviyatına güvenenler Batı (Avrupa)’ya gidebilir.

Bu sayede kendisine sözde atfettiği vasıf-titir her neyse; bu sözde makamını ve yetkisini  Batı (Avrupa) daki herhangi bir ülkede başlayıp, sürdürebilir. Aksi takdirde, taşın altına değil gövdesini henüz elini dahi koyamayan ve rahatlık içinde oturduğu yerden hüküm sürmeye çalışanlar, bir takım rüya, görüntüler veya zuhuratlar dahilinde kendisine rol biçenler ancak hüsrandadır.

Nitekim Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), “bu konuyla alakalı yukarıda verdiği bilgiyi yineleyip ve “şeytanın hileleri” kitapçığından örnek vererek ‘şeytan size bir doğru gösterir ancak, devamında da bin yanlış yaptırır‘, hüsrana düşürür ve böylece kaybetmenize vesile olur!..” şeklinde  seven-ihvanlarını mükerrer-tekrardan dikkatle uyarmıştır.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)’ın Vefatı ve Defni

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba), Batı (Avrupa) dan kesin dönüş sonrası yasal ve sosyal haklarını kaybetmemek için düzenli giriş, çıkış yapma zorunluluğu nedeniyle Almanya’nın Münih şehrinde bulunduğu esnada hastalanarak acil hastaneye kaldırılmış. Kalp ve beyin ile ilgili devam eden rahatsızlıklarının tekrar nüksetmesi ile tedavi gördüğü hastanede yapılan tüm müdahalelere rağmen hayatını kaybetmiş, 79 yaşında hakkın rahmetine kavuşmuştur.

Öyle ki, Allah dostları; “Maneviyat aleminin kendisine takdir ettiği görev yerinde başladığı noktada son nefesini vermeleri bir peygamber sünnetidir. Mekke’den Medine’ye hicret etmek zorunda kalan ve bir müddet sonra da tekrar Mekke’ye geri dönen hazreti Muhammed sav.’in yaşadığı hadisenin birebir aynısını yaşarlar” şeklindeki bilgi İslam ulemaları tarafından günümüze dek iletilmiştir.

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş K.S. (Efendi Baba)’ünmübarek naaşı eşi önderliğinde ailesi tarafından önce Mürşidi-şeyhi Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutbul Aktab) K.S.‘nın da kabrinin bulunduğu şehir Kayseri havalimanına ve oradan da karayolu üzerinden memleketi olan ‘Nevşehir’in Derinkuyu ilçesindeki Çakıllı köyü‘ne getirilmiştir.

Ülke geneli ve çeşitli ülkelerden gelen içlerinde ihvan kardeşlerinin de bulunduğu tüm sevenlerinin yoğun katılımı ile daha önce vasiyet etmiş olduğu köyünde bulunan çakıllı mezarlığına 27.04.2008 tarihinde defnedilmiştir.

(Allah CC. himmetlerine nail, cennetinde de komşu eylesin. Amin.

11- Rashid İbrahim Haake (K.S.A)

Mürşid-i Kamil Sultan Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) kimdir?

''Sâdikat'' (Hz. Ebu Bekir Sıddık (R.A)’ın yeni yolu) Kurucusu Mürşidi Kâmil (Manevi öğretmen) Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.), 1960 yılında Almanya’nın Bremen şehrinde Hristiyan bir ailede dünyaya geldi.

İslam sancağını taşıma gibi mukaddes bir kazanıma nail olan Anadolu evliyaları, manevi ve zahiri anlamdaki görevlerini layıkıyla yerine getirmiş ve o sancağı gelecek nesillere ulaştırmıştır. Bu vesileyle de, İslamın ve o şerefli sancağın yeni mihmandarları her dönemde zuhur etmiştir. Etmeye de devam edecektir. Allah’ın (C.C.) nuru kıyamete kadar sönmeyecektir. Öyle ki; yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim (Tevbe-119)’de Allah (C.C.) şöyle buyurmaktadır: ”Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve ‘SADIKLARLA‘ beraber olun.”

Bu anlamda tüm ömrünü ve hayatını hak yoluna adayan, İslam sancağını taşıma ve taşıtma şerefine mazhar olmuş tüm Allah dostlarına selam olsun.

Bu minvalde: ''Günümüz dünyasında özellikle de batı (AVRUPA) ülkelerinde İslamın sancağını dalgalandırmaya kendini adayan bir Allah dostunu daha tanıyalım.'' 'SADIKLAR YOLU' anlamına gelen 'SADİKAT' ismiyle yeni bir harita ve yeni bir usül başlatan, tamamen metotsal yöntem ve tekniksel uygulamalarla sürdürülen yepyeni bir tasavvuf yolunu açan, işte o Allah dostu ve içsel yolculuk ile farkındalık oluşturan yeni vizyon haberimizde;

Dr. Rashid İbrahim Haake kimdir, ''Sâdikat'' ne demek ve geçmiş yöntemlerle arasındaki fark nedir?

''Sâdikat'' (Hz. Ebu Bekir Sıddık (R.A)’ın yeni yolu) Kurucusu Mürşidi Kâmil (Manevi öğretmen) Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.), 1960 yılında Almanya’nın Bremen şehrinde Hristiyan bir ailede dünyaya geldi.

Ailesi Hristiyan Aleminde önemli bir konuma sahip!

Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’in Anne ve Babası Almanya’da üst düzey eğitim ve kamu görevli-yöneticisidir. Özellikle Ailesinin Hristiyan toplumu nezdinde sevilen ve önemli bir saygınlığı vardır. Çünkü ailesi, Hristiyan camiasında sivil inisiyatif statüsünde toplumsal meselelere duyarlılık anlamında büyük mücadeleler vermek suretiyle, sürdürebilir bağlamdaki önemli projelere imza atmışlardır.

“Tüm bu nedenlerden ötürü Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’nin ailesine Hristiyan camiasında önemli ölçüde değer verilmekte ve toplum nazarında da sevilmektedir.”

Hristiyan yöneticileri arasında, tepki ve tartışmalara sebep olmuştur.

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.), henüz çok küçük yaşlarda, kendisinde gözle görülebilen açıktan zuhur eden bir takım manevi haller bulunmuş ki, ailesi katılması zorunlu olan, bürokratik ve siyasi kokteyl, balo ve çeşitli toplantılara kendisini götürmek yerine evde yalnız başına bırakmak zorunda kalmıştır. Çünkü o programlara götürdüklerinde Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’de olağanüstü haller oluyor ve o toplumdaki Hristiyan yöneticilerin kendi aralarındaki tartıştığı mesele ve sorunlara yönelik çok yönlü bir bilim/ilimle cevap veriyor, tartışılan konulara çözüm üreterek, Hristiyan yöneticileri hayretler içerisinde bırakıyor ve kafalarının karışmasına sebep olduğu naklediliyor.

Hristiyan Alimleri ve Yöneticilerine yönelik İslami kaynaklar üzerinden tebliğde bulunmuştur.

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) ile önceleri katıldıkları programlarda rahat durmayıp toplumdaki Hristiyan yöneticilere yönelik islami-manevi söylemlerde bulunmuş ve Hristiyanlığa hizmet eden yöneticileri ve beraberindekileri, içinde bulundukları ruh haline ilişkin eleştirmiştir. Henüz küçük (6-7-8) yaşlarda olmasına rağmen büyük bir ilmîn, derin ve içselleşmiş bilgilerin gün yüzüne çıkması ve tüm bunlarla birlikte itikâdî konularda büyük farkındalıklar oluşturması, etrafındakileri öfkelendirmiş ve endişeye sevk etmiştir.

Bu sayede kendisindeki özel haller (manevi davranışlar) ile orada bulunan Hristiyanlar arasında tepki-öfkeye neden olsa da aslında kendisine içten içe hayran bırakıyordu. Öyle ki bazıları da içinde bulunduğu kendi ruh halini sorgulamış ve İslâmiyet’i araştırmaya sevk etmiş. Hristiyan yöneticileri bile henüz küçük yaşlarda olmasına rağmen Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’yi dikkatli dinlemeye başlamış ve alışmış oldukları normal yaşantıları kendi nazarlarında anlamsızlaşmıştı ve bu durumu sorgulamışlardır. (Bu vesileyle birçok Hristiyan, İslâm’ı seçerek Müslüman olmuştur.)

“Tıpkı Peygamber efendimiz Hazreti Muhammed (S.A.V.)’in peygamberlik görevine henüz başlamadan önce kendisinde bulunan olağanüstü durum/haller gibi (çevresince güvenilir, emin ve saygınlık gibi) Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’de benzer kader-halleri taşımıştır.’’

“Ailesi, Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’yi cezalandırmak zorunda kalmış!”

Bu nedenlerle ailesi Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’yi söz konusu toplantı ve programlara götürmek yerine oğullarını evde yalnız bırakmak sûretiyle kendi inançlarına göre cezalandırdıklarını düşünerek sözde vicdanını rahatlatmışlardı. Oysa ki Sâdikat ( Sadıklar Yolu)’ın kurucu eğitmeni Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’nin bu durum çok işine gelmiştir. Bunun kendisine Allah (C.C.) tarafından fırsat olarak verildiğini düşünen Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) artık yalnız başına olduğundan kendisini manevi anlamda İslami bilgilere yönelik destekleyici, çeşitli ilim tahsisine adamıştır.

Silsile büyüklerinden Hace Abdülhalik Göcdüvani (K.S.A.)’yi yetiştiren Hazreti Hızır (A.S.), Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’yi de eğitip yetiştirmiştir

Kendisini tanıyan İslam alimleri ve ulemaları bu nadir-önemli durumu şöyle açıklamıştır; ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) gelecekte önemli görevler üstlenecek ve dünya üzerinde İslamiyet adına büyük hizmetler vermek suretiyle, denge sağlayacak bir misyon taşıdığından “Nakşibendiliğin 11 Ana prensibi” diye bilinen ancak, tüzel olarak belki ama toplumlar nezdinde unutulmaya yüz tutmuş ve bu nedenle de uygulanmayan metotlar üzerinde, hassasiyet göstereceği için, kendisini maneviyat aleminden ve özellikle de Hızır Aleyhisselam tarafından eğitilip yetiştirildiğinin kanaatini taşıyoruz. Bu durumun silsile geçmişinde de örneği vardır ki Silsile büyüklerinden Hace Abdülhalik Göcdüvani (K.S.A.)’de aynı uygulama-yöntemle eğitilerek, yetiştirilmiştir.’

Küçük yaşlarında; Kur’an meâli, namaz seccadesi, tesbih, misvak ve İslam alimlerine ait olan bazı kitaplar sipariş etmiş!

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’da ailesinin toplantılara veya çeşitli özel programlara (Almanların her yıl yaptığı Paskalya-DON gibi sözde dini etkinlikler) giderken: ‘oğlum eve geri döndüğümüzde sana ne getirelim, canın ne istiyorsa söyle!’ dediklerinde, Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’de kendilerinden “açıklamalı Kur’an ve meali, namaz seccadesi, tesbih, misvak ve İslam alimlerine ait olan bazı kitaplar…” istemiş, bu siparişlerin alınarak kendisine getirilmesini talep etmiştir. Aile ise bu istekler karşısında büyük kaygı-endişeler taşısa da yerine getirmek zorunda kalmıştır.

İstekte bulunduğu kitaplardan bazıları şöyle:

MÜRŞİD’E EDEP
KARA DAVUT
KALPLERİN KEŞFİ
ŞEYTANIN HİLELERİ
VELİLER VE TARİKATLARDA USÜL…

Hristiyanlıktan İslam dinine geçeceğini ilk ailesine açıkladı:

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) henüz çocuk yaşlarda kendisindeki olağanüstü farklılıklar ile açığa çıkarak kendisini göstermiş, artık bir duruş sergilemek zorunda kalmıştır.

Bu nedenle 5-6 yaşlarında olan Sâdikat ( Sadıklar Yolu)’ın kurucusu Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) ailesine yönelmiş, “Hayatının dönüm noktasında olduğunu ve bu noktadan itibaren yaşantısının kendi tasarrufunda bulunmadığını belirterek, İslam dinine geçmeyi ve bundan sonraki yaşantısını da İslamiyet dinine bağ/intisap etmek sûretiyle Müslümanlığa uygun bir hayat sürdürmeyi tercih ettiğini’’beyan etmiştir.

Aile,’Hristiyanlıktan çıkar, islâm dinîne geçersen, seni evlatlıktan reddederiz!’

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’in ailesi artık dayanamamış ve büyük bir tepki göstermiştir; çünkü ailesi Hristiyan aleminde kendi inançlarına göre önemli görevlerde olduğu ve Hristiyan inancında bunun mümkün olmadığını hatta sergilemiş olduğu bu istek/tercihine son vermediği takdirde ’Hristiyanlıktan çıkar, İslâm dînine geçersen seni evlatlıktan reddederiz!’ diyerek kendisini çok sert bir dille uyarmışlardır.

İslâmiyet’i tercih ettiği için evlatlıktan reddedilmiş ve yalnızlığa terkedilmiştir.

Ancak, ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) bu tercihi ile birlikte İslamiyet’i seçerek kendini Müslümanlığa adama isteğinde ısrarcı davranmış ve İslam’a geçmiştir. Bu nedenle henüz çocuk yaşlarda olmasına rağmen ailesi tarafından “evlatlıktan reddedilmiş” ve tek başına bir hayat yaşamasına yönelik cezalandırılarak, geri kalan hayatında yalnızlığa terkedilmiştir.

 Oysaki, Allah (C.C.) Kur’an’da “Haberiniz olsun ki Allah’ın velileri için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacak/olacak değillerdir.”(Yunus:62) şeklinde buyurarak tüm veli-müminleri koruma-güvence altına almıştır.

“Rashid” olan isminin “Raşid İbrahim” olarak değiştirilmesi

Müslümanlığa geçişinden bir müddet sonra bir gece Hazreti İbrahim (A.S.) ile Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V.) ile birlikte rüyasına gelir ve kulağına ezan okurlar, “Rashid” olan mevcut ismini de “Raşid İbrahim” şeklinde seslendirerek değiştirirler. Böylece artık kendisi Rashid olarak değil “Raşid İbrahim” diye anılır-çağrılır.

Kanaat önderleri: ’Kendisinin Allah dostu bir Evliya olduğuna kanaatimiz tam!’

Bu durumu kendisini tanıyan İslam ulemaları şöyle izah etmektedir: ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) tam bir Peygamber sünnet-varisi gibi davranmaktadır. Öyle ki sergilediği olağanüstü halleri hayatın normal olağan akışına uygun olmayan manevi davranışları vardır. Kalp gözü (basireti/manevi gözler)’nün açık olmasıyla beraber keşfi (Tayy-ı mekân) alemde Seyr-an (aynı anda birden fazla yerde ruhen-bedenen bulunabilen) edebilen ve özellikle etrafında bulunan bazı Nadide (Tıpta çare-tedavisi zor olan ve bâzı dermansız hastalıklar) hastalıklara yönelik Allah (C.C.)’ın yardımıyla tıp-alternatif tıp ile çâre üretebilen biri olduğuna şahit olduğumuzdan dolayı onun Allah (C.C.) tarafından dünya toplumuna özel olarak seçilmiş ve yetiştirilerek gönderildiğini inancımız güçlenmiştir. Tüm bu gelişmeler ışığında kendisinin Allah dostu bir Evliya olduğuna kanaatimiz tam!’ Şeklinde açıklamalarda bulunmuşlardır.

Yüksek lisans ve doktorasını da tamamlamış ve Uzman Klinik Psikolog unvanı kazanmıştır.

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) tamamen kendisini ilim sahibi olmak ve bilimsel anlamda geliştirmek amacıyla yapılan faaliyetlere adamıştır. Henüz çok küçük yaşlarda olmasına rağmen önemli ölçüde bir ilme sahip olmuş ve derinleşen İslami ve dini literatürdeki tüm geleneksel ve kültürel değerler sayesinde bilgi ve birikim elde etmiştir. Hatta tüm bu tecrübeler yetmemiş ki, ruhsal iletişime merak sarmış ve bu alanda kendisini geliştirmiştir. Öyle ki ilim tahsisi ve öğretim tahsilini bu yönde tercih etmiş ve bu sayede tüm okullarını derece-başarı ile tamamlayıp nihayetinde Uzman Klinik Psikolog unvanına sahip olmuş ve yüksek lisansı ile birlikte doktorasını da tamamlamıştır.

Tıp literatürü ve kuramlar üzerinden metotsal uygulamalarla, çevresindeki insanlara tıbbi ve içsel-manevi destek vermeye başladı.

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) artık uzman klinik psikolog statüsüne erişmiş ve bu imkân/yetki sayesinde hem akademik hem de manevi anlamda çevresindeki insanlara yönelik psikolojik-tıbbi ve içsel yolculuk anlamında ve hiçbir menfi çıkar gözetmeden tamamen “gönüllülük’’ esasına dayalı olarak bedelsiz danışmanlık vermeye başlamıştır. Bu sayede birçok insanın Müslüman olmasına vesile olmuş ve hatta bu yüzden çalıştığı bazı hastane yönetimi tarafından kovulmak suretiyle kendisinin işine son verilmiştir.

Yol haritasını Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye ışığında özelliklede 3 Ayet ve 3 Hadisi Şerif riyâsetinde belirlemiştir.

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) üzerinde hassasiyet ile durduğu Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye ışığında özellikle de 3 Ayet ve 3 Hadis-i Şerif dengesi üzerinde belirlemiştir. Söz konusu bu 3 Ayet-i Kerime ve 3 Hadis-i Şerif bünyesinde tüm yol haritasını çizerek sevenlerine(ihvânına) yol göstererek birlikte yol yürümektedir.

Üç Ayet ve Hadis-i Şerifler şunlar:

-“Ben insanları ve cinleri ancak bana ‘kulluk’ yapsınlar diye yarattım!” Zâriyât Suresi /56

-Ey Mutmain olmuş nefs, Sen O’ndan razı, O da senden hoşnut olarak rabbine dön, Böylece seçilmiş (sadıklar) kullarımın arasına sen de katıl ve Cennetime gir! Fecr Süresi 27,28,29-30

-”Ey Muhammed! Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh Rabbimin bildiği bir iştir ve size ilimden ancak az bir şey-ilim verilmiştir.” İsrâ Suresi /85

-“Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası ‘KALP’ dir.” Hadis-i Şerif

-“İlim Çin’de de olsa ‘gidip bulun’ ve alın!” Hadis-i Şerif

-“Allah güzeldir, güzelliği sever.” Hadis-i Şerif

Üç Ayet ve Hadis-i Şerif açıklamaları da şöyledir:

1.Ayet- /Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım!

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr.Râshid İbrahim Haake (K.S.A.), Zâriyât suresinin 56.Ayetinde (Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.) ki sırrın sorumluluğunu üstlenmiş ve sadece kulların değil, tüm varlıkların Allah (C.C.)‘a kulluk yapmasını ve yapabilmesini sağlayacak uygulamaları geliştirmiş ve tüm aleme bu uygulamaların Müslüman’ın aslî görevi gereği, yaşamın olağan akışına uygun şekilde hayata geçmesi ve bunun mutlak sürdürülmesini sağlamıştır.

Tüm mesele ilim-bilim ışığında kulluk vazifesini yerine getirmek amacıyla, gaflette bulunanları uyandırmak ve bilinçlilik hâlini kendilerine aşılamak üzere farkındalık oluşturarak hayata geçirmiştir.

Düşünür bir Alim, bir sözünde; “Bir insanın bedeninden herhangi bir yerini tedavi etmek amacıyla ameliyat edebilmek için o kişiyi bayıltmak (narkoz-anestezi) gerekir, ancak sağlıklı bir insanın akıl-kalbine yönelik manevi-içsel anlamda tedavi yapabilmek için de o kişiyi uyandırmak (gafletten uyandırmak) gerekir” demiştir.

İnsanlar gaflette ve uykudadır. Ancak Müminler bilinçlilik hali üzere uyanıktır ve daima Nörolan (beynin sarmal-sarmaşığı) ağları net olup karmaşık değildir. Bu sebeple Mevlâ hazretleri insanları-cinleri kendisine kulluk etmeleri için lütufta bulunarak imkân tanımış ve bu fırsatı da kendilerine vermiştir.

2.Ayet- /Fecr Süresi 27,28,29-30: ‘’Hayat, ’Mutmainne’ye ulaşabilmek için bir fırsattır.’’

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.), Hayat;”Mutmainne’ye ulaşabilmek için bir fırsattır” söyleminin denklemsel bir yöntem ve metot olduğunu vurgulamaktadır. 

Bu durumu Fecr sûresinin son ayetlerinden olan; “Ey huzura (Nefs-i Mutmainne) eren nefis! Râzı edici ve râzı edilmiş olarak Rabbine dön! Seçilmiş kullarım arasına gir! Cennetime gir!” hitabını, mü’mine verilmiş çok anlamlı bir fırsat-imkân ve lütuf olarak değerlendirmiştir.

Bu kapsamda Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.), “Mutmain makamı bir müminin kendisini nefsin basamaklarından ‘Nefs-i Mutmainne’ye ulaştırarak yaradanın rızâsını kazanması için verilmiş bir lütûftur. Allah (C.C.)’a şükürler olsun. Bize bu imkânı verdiği için hamdolsun.” demiştir.

‘Ruh hastalığı’ diye bir şey yoktur; ‘Kalp sağlığı’ ile ‘Akıl sağlığı’ hastalığı vardır!

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.), dünya genelinde bulunan Ruh ve Sinir Hastalıkları hekimleri ve aynı alanda uluslararası makaleleri bulunan bilim insanları tarafından takdir edilmiş ve ödüllendirilmiş. Genel kuram-literatür başta olmak üzere kendi çalışmaları nezdinde de ‘Ruh hastalığı’diye bir şey yoktur; ‘Kalp sağlığı’ ile ‘Akıl sağlığı’ hastalığı vardır! 

Bu kanaat-tezini de kendi yaşamı başta olmak üzere muayene ve tedaviye gelen tüm hastalarına entegre ederek meselenin tamamen akıl ve kalp kaidesi-çerçevesinde olduğunu benimsemiştir. Söz konusu bu durumun delilini ayet ve hadislere dayandırarak örneklerle kaynaklandırmıştır.

3.Ayet- /Bir ayeti kerimede de Allah cc.;”Ey Muhammed! Sana ruhtan soruyorlar. De ki: “Ruh Rabbim’in bildiği bir iştir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.“

Bu ayetteki izahat ile buyurarak ‘Ruh’ ile ilgili meseleleri derinleştirmek bir kenara Allah (C.C.) kurcalama konusunda bile bizleri uyarmıştır!.. Kurcalamamak üzerine fikir yürütmemek gerekir.

1.Hadis- /Şöyle ki; Hazreti Muhammed (S.A.V.) bir hadisi şerifte, 

’Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası “KALP” dir.

2.Hadis- /İlim Çin’de de olsa, gidip bulun ve alın…

İnsanlık tarihinin ilim-bilim ve hikmet açısından en görkemli dönemi olan İslam medeniyetini anlamanın oldukça önemli bir husus olduğunu söyleyen Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.), “7 kıtada İslam medeniyetinin anlamlı ve çok güçlü izleri bulunmaktadır. Her birimiz ilim-bilim için geldik. İlme talip olduk. Hayatımızın tamamını ilim-bilim yolunda tüketmeliyiz. ‘Emr-i bi’l ma’rûf  ve nehy-i anil münker’ her Müslümana yönelik verilen bir görev ve yerine getirmesi gereken ‘farzdır’. Bu kapsamda peygamber efendimiz: ‘İlim Çin’de de olsa gidiniz alınız.’ Diye buyurmuştur. Yani “beşikten mezara kadar ilim” herkese farzdır, bütün Müslümanlara farzdır”. buyurmuştur.

3.Hadis- /Allah güzeldir, güzelliği sever…

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.), ‘’bir ayet bizlere “Allah güzeldir, güzelliği sever.” diye bilgi vermiştir. Her varlıkta mutlak bir güzellik vardır. Japonların Yin Yang felsefesi de böylesi bir mesaj vermiştir. Nitekim Hazreti Muhammed (S.A.V.) Bir yerden geçerken sahabe ile bir köpek cesedine denk gelir ve yanındakiler kokusundan rahatsız olur, Efendimiz ise ‘bakın ne güzel dişleri var’ deyip Allah (C.C.)’ın yarattığı bütüncülde güzelliği görmüş ve günümüze ışık tutarak her şeyde bir güzellik görmemizi sağlaması için bizlere farkındalık oluşturmuştur.” Bilgisini aktarmıştır.

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)'nin Mürşidi ile ilk kez karşılaşması ve  sürdürülebilir ilişkisi

Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.)‘ün Mürşidi-şeyhi Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutb-ül Ektab) (K.S.A.)’ın; Nakşibendi ve diğer tarik kolları ile alakalı icazet makamının ‘Kutb-ül Ektab‘ (Cihan-evrenin manevi anlamdaki iradesini sevk ve idare eden) derecesinde olması münâsebetiyle, dünyanın doğusunda (Türkiye-Türki Cumhuriyetleri-Arap ülkeleri) bizzat kendisi tasarrufta bulunmuş. Evrenin Batısında (Avrupa) ise de, Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.)‘ü görevlendirmiştir. Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh  Bedir Karahan (Kutb-ül Ektab) (K.S.A.), Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.)‘ü öncesinde Almanya’nın ‘Berlin‘ şehrine göndermek suretiyle ‘Güneş bir gün batıdan doğacak!‘ Hadisi Şerifinin vukû bulması gayesini amaç edinmiş, murâd eylemiştir.

Kutb-ül Ektab Bedir Karahan(K.S.A.), bu minvalde 1950’li yıllarda Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.)’ü Almanya’ya gitmesi

Mürşid-i Kamil Sultan Şeyh Bedir Karahan (Kutb-ül Ektab) (K.S.A.), bu minvalde 1950’li yıllarda Mevlana Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.)’ü Almanya’ya gitmesi için zuhurat aleminde kendisine hikmet ile nazar etmiştir.”

Almanya’ya gönderilen ve zuhurat aleminde kendisine hikmet ile nazar edilen Mevlana Şeyh Hüseyin Gümüş (K.S.A.) bu sayede, İslam sancağının tüm Avrupa genelinde dalgalanmasına öncü olmuş ki, yoğun ve samimi bir Müslümanlık yaşantısı üzerinden diğer Türk ve çeşitli Müslüman ülkelerine münhasır olan tarikat camiası ile cemaatlere de kapı açılarak, dergahların ve çeşitli STK’ların kurulmasının önü açılarak, temsilcilik ve şûbelerinin açılmasına vesile olmuştur. İşte bu kutlu-mukaddes yolun başlangıcına imza atanlar arasında bulunan ve bu anlamlı görevini hâlen de sürdüren ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) ile Mürşidi Kâmil Sultan Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.) ile karşılaşması yine manevi anlamda bir yönlendirmenin vesilesi ile olduğu düşünülmektedir.

Öyle ki, Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’in bir arkadaşı kendisine gelerek Almanya içinde bir yere sohbete gideceğini belirtir ve oraya da “bir evliyanın misafir olarak geleceğinin” bilgisine ulaştığını söyler. O dönemi yaşayanlar bilir ki, Almanların özellikle İslamiyete yönelik ciddi manada antipatisi olduğundan öyle birkaç kişi bir yerde toplanıp sohbet etmesi mümkün değildi. Oysaki, Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’da ‘Evliya’ kelimesini duyar duymaz kalbine bir kıvılcım yüreğine de bir kor ateş sıcaklığı düşer. Hatta o arkadaşı Almanların yaptırımlarından korkar ve son anda gitmekten vazgeçer ancak bu defa da Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) ısrarcı davranarak kendisini ikna eder ve giderek birlikte sohbete katılırlar.

Toplanılan yere gelen o evliya Efendi Baba  Hüseyin Gümüş (K.S.A.)’ten başkası değildir. İlk karşılaşma da ‘bir sır zuhûr eder’, Mürşidi Kâmil Sultan Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.) kalabalık bir ortamda bulunmasına rağmen keramet göstermiş ve direk o kalabalık arasında gözlerini direk Mürşidi Kâmil Sultan Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.)’e çevirerek beden dili ile yanına kadar gelmesini işaret eder ve şöyle seslenir; “Râşid efendi, sen benim için yaratılmışsın bende senin için…” Hemen sözlerinin akabinde şöyle devam eder, “buraya da senin için gönderildim!” şeklinde bilgi verir. Oysaki, Mürşidi Kâmil Sultan Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.) ile Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) önceden tanışmamış ve asla birbirlerini görmemişlerdir. Birbirinin henüz adını dahi bilmezken Mürşid-i Kâmil Sultan Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.)’ün isim telaffuz ederek ‘’Râşid efendi’’ diye hitap etmesi oradakilerin hayranlık ve şaşkınlığına neden olmuştur.

Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’ye de zaten tam da o anda bir şeyler olur ve ateşin odunu yaktığı gibi kızarır ve tüm vücudu tıpkı alev alev yanar. Bu durum karşısında soğuk kanlı bir davranış gösteren Mürşidi Kâmil Sultan Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.) hemen Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’ in ellerini tutar ve kendisine sıkıca sarılır. Bir müddet sonra sarılma yerini sesli yapılan halkayı zikir şekline dönüşür ki, yüksek sesle ismi celal (Allah, Allah, Allah) komutu ile zikre başlarlar ve bu zikir birkaç saat öylece sürer. 

Öyle ki zikrin bitimin de Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) artık tüm ilmini, bilgisini ve tecrübelerini sanki bir yere emanet bırakmış gibi kendisini boş bir çeyiz sandığı gibi hisseder. Kaldı ki, bu durum artık Mürşid-i Kâmil Sultan Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A.) ile her karşılaşmasında ve son nefesine kadar da böyle sürer. Büyüklerin de dediği gibi, ”Alim’in yanında dilini, Evliya’nın yanında da kalbini tut” düstur-sözünce şeyh-mürşîdine edep üzere saygı ve hürmette hiç kusur işlememiştir.

Mürşidi Kâmil Sultan Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A. - Efendi Baba)’ün Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’yi hicrete (İsviçre) göndermesi

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’in aile baskısı ve ailesini tanıyan siyasi ve bürokrat yetkilerin kendisi üzerinde uyguladıkları Mobbing artık dayanılmayacak bir hal almıştır. Kendisi gibi hekim olan ve bölgesindeki özel bir hastanede sağlık yöneticisi (başhemşire) görevinde bulunan eşi Hacı Kadriye Haake (Hacı anne) hanımefendi ile birlikte İsviçre’nin Basel şehrine hicret etmek suretiyle taşınır ve bundan sonraki hayatını burada devam ettirmek zorunda kalır. Çünkü ailesi kendisini İslam’ı seçtiği için evlatlıktan reddetmiş, akrabaları ve tüm arkadaşları yine aynı tepkiyi göstermiş ve dostane ilişkiler yerini artık kin ve nefrete dönüştürmüştür.

Ancak, Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’in kalbi Allah (C.C.), Resulullah (S.A.V.) ve manevi babası Mürşidi Kâmil Sultan Şeyh  Hüseyin Gümüş (K.S.A)’ün aşkı ile atar. Sahabelerden Hz. Musab Bin Umeyr (R.A.)’in yaşadıklarına benzer bir minvalde kendisini, ailesini ve tüm benliğini bu mukaddes yolun bekâsı, refâhı ve huzuruna, huzurunu feda ederek kalan hayatını böyle sürdürmeye devam eder. (Allah C.C. onlardan razı olsun.)

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) sevenleri/ihvanına yönelik Tassavûfî terbiye ile Nakşibendiliğin unutulmaya yüz tutmuş ana prensipleri aşılaması:

Silsile büyüklerinden olan ve Hazreti Hızır Aleyhisselâmın bizzat mana aleminden müdâhale ederek ve eğiterek kendisini yetiştirdiğine inanılan AbdulHalik Göcdüvani (K.S.A.)’nın 8, bir rivayete göre de 7 olan, Nakşibendi yolunun kurucusu Hace-i Muhammed Bahaüddin Şah-ı Nakşibendi (K.S.A.)’nın ise de 3, bir rivayete göre de 4 olan ki, toplamda 11 adet ana prensip bulunan ve bu prensipleri sistemselleştirip, önce kendi ve aileleri üzerinde akabinde sevenleri/ihvanı üzerinden de tüm dünyaya yayılmasını başarmışlardır. Hatta Osmanlı padişahlarının savaş-sefere giderken veya ulusal (milletlerarası) önemli bir karar aldıklarında yanındaki şeyhülislam alimleri aracılığıyla bu tekniksel uygulamaları kullandıkları Türkiye Cumhuriyeti riyasetindeki, ‘Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivleri’nde kayıtlıdır. (Allah C.C. onlardan razı olsun)

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr.Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’nin Tassavufi terbiye ile Nakşibendi yolunun temel uygulamaları olan ve unutulmaya yüz tutmuş bu ‘11 Ana prensipler’i dikkate ve nazara alarak eğitim programları ile bilgilendirmiş ve bu uygulamaları da metotsal tekniklerle hayatlarına entegre etmek suretiyle yaşamlarını bilinçlilik hali üzere bir düzene getirmiştir. Özellikle de ana prensiplerden 4 (dört) prensip uygulamasına yönelik hassasiyet göstermiş ve bu hususta sevenler-ihvanına da ehemmiyet göstermelerine tavsiye etmiştir. Her ne kadar 11 ana prensipleri merkeze almışsa da öncelik verdiği ve hayatın normal olağan akışına uygun olarak kabul gördüğü 4 ana prensibi daha yakından takip etmiş ve sevenleri-ihvanlarına uygulatarak bu sayede hayatlarına nakşetmiştir.

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’in tavsiye ettiği; Huzur, huşu ve motivasyonun kaynağı 11 ana prensiplerden 4 tanesi:

Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’in tavsiye ederek önerdiği Tasavvufi terbiye ile Nakşibendi yolunun temelinde bulunan öncelikli 4 (dört) prensipler sırasıyla şöyledir:

1-Huş-der Dem (Nefes alma teknikleri ile mekanizmasal Allah’ı zikretme)
2-Sefer-der Vatan (Tatilde bulunan turist gibi dünyada turist halini yaşama)
3-Nigah-ı Daşt (Akıl-kalbe gelen olumsuz düşünceleri görme ve yönetme)
4-Halvet-Der Encümen (Kalabalıkta yalnızlık hissetme-hakla olma)’dir.

Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) böylece bu 4 prensipleri metotsal uygulamalar üzerinden sevenleri/ihvanının hayatına entegre ederek farkındalık ile bilinçlilik halini sürdürebilmelerini sağlamıştır.

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Dr. Rashid İbrahim Haake (K.S.A.)’nin Dünya genelinde bulunan bâzı önemli velilerle temas ve ilişkileri

Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) Türkiye’de ve Dünya genelinde bulunan bâzı önemli veli, evliya ve mürşitlerle doğrudan temasta bulunmuş ve onlarla zâhiri ve mânevî ilişkiler kurmuştur.

Kimilerini misafir ederek, kimilerinin bizzat ayağına kadar giderek, kimileri ile de Hac-Umre vazifesi görevini edâ ettiği sıralarda Allah (C.C.)’ın yardımı ile bir araya gelmiştir. “Bir ağacın dallarıyız. Kökümüz de bir gövdemiz de…” sözü-düstûru ile İslam’ın mukaddes yolunda, birlikte gönüllü hizmetler kapsamında bir çok önemli  programlar yapmıştır.

Temasta bulunduğu velilerden bazıları;

Kutb-ul Ula Zekeriya Buhari (K.S.A.)
Kutb-ul Azam Abdullah Habeşi (K.S.A.)
Kutb-ul Aktab  Bedir Karahan (K.S.A.)
Mürşidi Kâmil Musa Topbaş (K.S.)
Müceddid Mahmud Ustaosmanoğlu (K.S.)
Şeyh Nazım Hakkan/Kıbrıs-i (K.S.)
Şeyh M. Seyyid Baba Surûcî (K.S.)
Mevlana Mürşid Muzaffer Özak (K.S.)
Sultan Abdullah el Darkav-i (K.S.)
Seyyid Şeyh A. Muhammed El Haznevî (K.S.) gibi Allah dostları ile temas kurmuş ve birlikte bazı manevi hizmetleri sürdürmüştür. (Allah cennetinde de buluştursun. ÂMİN.)

SÂDİKAT (SADIKLAR YOLU) UYGULAMASI BAŞLAMIŞ, ‘TARİKAT’ UYGULAMASI’DA ARTIK SONA ERMİŞTİR.

Yeryüzünde artık ‘Tarikat’ (mukaddes yol) gelenek-uygulaması kalmamıştır. Tarikat (mukaddes yol) gelenek-uygulaması ile alakalı dünyanın bütün coğrafyalarındaki tüm sürdürülebilirliği mâlesef sona ermiş ve işlevselliğini tamamen yitirmiştir.

”Bu duruma sebep olarak, insan hırslarının devreye girmesi ve buna bağlı yanlış uygulamaların baş göstermesi diyebiliriz.”

Bundan böyle tarikat (mukaddes yol)’in kendisi değil, kendi içlerinde bölünmüş ‘lakapsal kitle’veya çeşitli ‘cemaat’ isimleri adı altında varlığını bir şekilde sürdüren gruplar kalmıştır.

SÂDİKAT (SADIKLAR YOLU) nedir?

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu), Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) silsilesi riyasetinde tekniksel usul ve yöntemsel olarak yeni bir yol ve yeni bir isim-uygulama olarak başlatılmıştır. İsmini de Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.)’ın kendisinden almakta ki, “Sadakat, Sıddıklık, Yolda Sadık ve Yoldaki Sadık” gibi güven ve huşu ile huzur verici anlam-manalar taşımaktadır.

”Sâdikat ( Sadıklar Yolu), tamamen bilimsel kuram, ilim ve metotsal uygulamalara dayalı bir eğitim mekanizması ve hayatın olağan akışına uygun bir şekilde İslam medeniyetini hayata entegre edilebilecek bir yaşam biçimini üstlenmiştir.”

Öyle ki, Allah cc. Kur’an da: ‘Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten korkun-sakının ve “sadıklarla” beraber olun.’ Şeklinde buyurarak, insanlar içinde sadece “iman edenlere’’ yönelik uyarı ve bilgilendirme ile yönlendirmektedir. Yani her iman ehli ve iman edecek insan “Sadıklar” la beraber olmalıdır. Bu Allah (C.C.)’ın farz-em

‘Sadıklık’ ne demek, anlamı ve manası nedir?

Sadıklık önemli bir meseledir ve manası da çok derindir. Sadıklılığın Allah (C.C.) nazarında ve mana aleminde özel-önemli bir ayrıcalığı vardır. Şöyle ki, sadıklık genelde Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) efendimiz ile ölçülendirerek bizlere örnek gösterilir ki, bu örnekleme de en doğru olanıdır. Mesela yeryüzünde başka hiçbir insana ‘’EKBER’’diye manen lakap-isim verilmemiştir. Oysaki Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) efendimize bu anlamda ‘’EKBER’’ ismi (SIDDIK-I EKBER) lakap-isim verilerek kendisi yeryüzünde de mana aleminde de izzetle şereflendirilmiştir. Peki ezanlarımızda ’’ALLAH-U EKBER’’ diye söylerken ve sadece Allah (C.C.)’a ait olduğunu bildiğimiz böylesi yüce ve mukaddes bir hitap neden bir insana verildi?

Bu konuya, ''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) şöyle ışık tutarak aydınlatıyor; biz ezan okurken veya zikr ile Allah (c.c)’ı tesbih ederken dile getirerek söylediğimiz ’’ALLAH-U EKBER’’ hitap/nidası dünyadaki tüm toplumlarda aslında doğru bilinmemektedir. Şöyleki,’’ALLAH-U EKBER, ALLAH-U EKBER’’ hitap-nidası ’’ALLAH BÜYÜK-BİR-YÜCEDİR, ALLAH BÜYÜK-ULU-YÜCEDİR’’ şeklindeki mana-anlam ile bilinmektedir. Oysaki bu bilinen ’’ALLAH BÜYÜK-BİR-YÜCEDİR, ALLAH BÜYÜK-ULU-YÜCEDİR’’ şeklindeki mana-anlam, ululuk ve yücelik mana-anlamını değil de ’’ÖNCE’’ mana-anlamını taşımaktadır. Yani meseleyi biraz daha derinleştirmek gerekirse şöyle, tüm inananları namaza davet etmek için ezan okunurken ’’ALLAH-U EKBER, ALLAH-U EKBER’’ hitap-nidası ile ’’ALLAH BÜYÜK-BİR-YÜCEDİR, ALLAH BÜYÜK-ULU-YÜCEDİR’’ şeklinde değil de aslında ’’ALLAH ÖNCE, ALLAH ÖNCE’’ şeklinde demek istiyoruz. Zikir ve tesbihatlarımızda da bu böyledir. Biz, ’’ALLAH-U EKBER, ALLAH-U EKBER’’ hitap-nidâsı ile aslında ’’ALLAH ÖNCE, ALLAH ÖNCE’’ şeklindeki mânâ-anlamını taşıyoruz. Namaza davet ederken ezanla, tüm evrene, dünyaya ve tüm topluluklara Allah (c.c)’ın her şeyden önce olduğunu ve meşguliyetlerini hemen bir kenara bırakmalarını gerektiğini ve Allah (c.c)’ın her şeyden önce olması gerçeğini hatırlatıyoruz. Aklen düşünenler de bilir ki, mantık-doğrusu da budur. Zaten birçok ayette Namazın önemi ve tüm fenalıklardan koruduğunu ve şüphesiz her şeyden önce geldiğinin bilgisi bize söylenir ve uyarılırız.

Tüm bu nedenlerden ötürü genel hayatın tümünde Allah (C.C.)’ın her tüm masivadan önceliği olduğunun farkındalığını bilinç altındaki nörolan sarmal-ağlara işliyor-gönderiyoruz. Bunun sebebi de unutmamaktır. İnsanoğlu doğası gereği unutmaya meyil eden bir varlık olarak yaratılmıştır. Şeytan-nefsin çok kolaylıkla düşüncelerimize müdahale edebildiği bu alanda Allah (C.C.)’ın her şeyden önce geleceğini bir-her an bile unutmadan-hatırlamak ve daima bilinç altına gönderilmiş bilgi-varlığı gün yüzüne çıkarmak suretiyle gerçekle yüzleşmeliyiz.

Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.)’a ‘’EKBER’’ ismi (SIDDIK-I EKBER) neden verildi?

Şimdi gelelim o güzel insan ve o şerefli sadık dosta! Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) efendimize ‘’EKBER’’ ismi (SIDDIK-I EKBER) ile neden şereflendirilmiştir. Neden kendisine sadece Allah (C.C.)’a (haşa)ait olan bir sıfat yüklüyoruz. Kendisini neden ’EKBER’’ ismi (SIDDIK-I EKBER) ile çağırıyor-anıyoruz?

Çünkü, Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) efendimiz ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER) tüm sahabelerden ‘ÖNCE’ gelir. Öyle ki ilk iman eden ve ilk efendimize tabi olan ve onun için ‘o ne diyorsa doğrudur’ diyendir. Tüm malını mülkünü ve sahip olduğu tüm kişilik haklarını elinin tersi ile islam ve peygamberimiz için tereddütsüz bir kenara atmak sûretiyle iten kişinin adıdır Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER). Kendisi ile ilgili Allah (C.C.) tarafından izzetle şereflendirilen ayet de vardır. Mağarada, savaşlar ve her mücadelede peygamberimizin yanında ve hatta önünde duran kişinin adıdır Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER). Kızını O’nunla evlendiren ve diğer sahip olduğu varlığını, mülklerini feda eden kişinin adıdır Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER).

Hazreti Ali (R.A.) efendimiz (bir rivayete göre Hazreti Ömer r.a.) ile yan yana bir kapıdan içeri girerlerken, Hazreti Ali (R.A.) efendimiz kendisine aman efendim önden buyurun siz daha önemlisiniz demişse de, Hazreti Ebu Bekir Sıddık;(R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER)’de olmaz önden sen girmelisin çünkü sen efendimin amcaoğlu’sun demiş. Bu duruş karşısında Hazreti Ali (R.A.) efendimiz pes etmemiş ve efendim ama sizde mağarada birlikte oldunuz ve nûr cemal-i gördünüz dese de, Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER)’da olmaz önden sen girmelisin çünkü sen efendimin damadı, Fatıma’nın da eşisin demiş. Karşılıklı bu onore etme-güzel atışma (bizlere örnek davranışlar) rivayetlere göre bir saat kadar sürmüş ki, nihayetinde ilmin kapısı o güzel insan Hazreti Ali (R.A.) efendimiz şöyle bir durur, bir derin nefes alır ve tebessüm ederek Hazreti Ebû Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER)’e şöyle der; ama sen de ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER)’sin… İşte o zaman bu onore etme-güzel atışma sona erer ve Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER) o kapıdan ‘ÖNCE’ girer ve görenler-duyanlar artık bilir ki, Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER) herkesten ve her şeyden önce gelir.

İşte bizler de bu sayede ve bu mana-anlam ile Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.)’e ‘’SIDDIK-I EKBER’’ (SAHABELERİN ÖNCESİ-HER ŞEYDEN ÖNCE) diyoruz ve demeye de devam etmeliyiz. Tüm bu sebeplerle bizler de ayette buyrulduğu gibi Sadıklarla beraber olmalıyız ki, Sadıklık ölçüsünü de yine Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.)’tan ‘(SIDDIK-I EKBER) alınarak günümüze dek tertemiz bir şekilde getirilmiştir. İşte bu sebeptendir ki yeni yolumuzun adı SÂDİKAT (SADIKLAR YOLU) dır. Sadikat ( Sadıklar yolu)bu kutlu-mukaddes mirasın devamı ancak, tertemiz-pak olan yeni bir kimlik ve yeni bir oluşumudur.

Sadikat ( Sadıklar yolu)’ın ölçüsü-kaynağı Kur’an-ı Kerim ve sahih hadislerdir.

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu)’ın ölçüsü ve kaynağı; tamamen Kur’an-ı Kerim ve sahih hadislerden oluşan ve özellikle de maneviyat iklimindeki mevcut iletişim araçlarını kullanmak suretiyle içsel yolculuk ile dünya hayatındaki yaşamı birbirine bağlayan yeni bir yol ve yeni bir yaşam biçimidir.

Ahir zaman dediğimiz bu zaman içerisinde toplumsal ve coğrâfî anlamda yaşanan tüm felaketler, huzursuzluklar, üzüntüler ve kaygılar beraberinde endişeler yerini huzurlu, dingin ve içselleştirilmiş bir yaşam kaynağına dönüştürerek kalan ömrü huşû içerisinde geçirerek Allah (C.C.)’ın takdir ettiği ölçü çerçevesinde yaşam kalitesini sürdürmeye aracı olan, tekniksel uygulamadır.

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu) günlük yaşantımızda İslam ölçüsüne uygun bir şekilde davranmak, eş, dost ve akrabalara iyi davranmak özelliklede ticari ve çeşitli alışverişlerde kul hakkına riayet ederek günü bitirmeyi dengeler. Nitekim tüm bu dengeler sayesinde derviş-ihvanlar Allah (C.C.)’ı zikr-anmak ve emirlerini böylece yerine getirir. Nitekim Bedir Efendi zaman ahir zamanıdır. Mürşid bir yerde oturup artık mürit beklemesi yanlış ki bunun zamanı da değildir. Çünkü zaman (Ahir-zaman) çok yakındır. Mümkün olduğunca saha-sokaklara dağılarak ve topluma karışarak hayatın normal olağan akışına uygun olarak hareket etmek ve etrafındaki gaflet uykusunda olan Müslümanlara tebliğde bulunmak gerekir. Bu tebliği yapabilmek ve İslam’ın vecibelerine ilişkin davet edeceğimiz yaşam biçimine uygun bir hayat sürmemizle mümkün. “Elinde sigara olan bir kişi sigaranın zararlarını anlatamaz!” Demezler mi önce adam ol da sen bırak diye! Dini terimleri kullanmak suretiyle topluma sesli davet etmek yerine örnek yaşantımız ile insanlara örnek olmamız gerekir.

Tüm bu nedenle tebliğ ve davet önce kendimizden başlamalı ve söz konusu İslam’a uygun olan yaşam biçimini önce kendimize entegre etmeliyiz ki, toplumda söz sahipliği-saygınlık ile etki-tesirimiz olsun.

Sadikat ( Sadıklar yolu)’ın günlük kısaca görev şeması

''Sâdikat'' ( Sadıklar yolu)’ın; “Ders-görev tertibatı şekil-yöntem ile günlük yaşamda sayısal olarak belli adetlerde, tevbe istiğfar (Estağfirullah-elazim), ismi celal (Allah,Allah,Allah), kelimeyi tevhit (Lâilaheillallah) ve çeşitli zikir telkinleri üzerinden salavat tesbihatları ile Allah (C.C.) ile manevi anlamda bilinçlilik hali ile iletişimi koparmadan bulunmayı sağlar.” Diğer taraftan aynı anda eş zamanlı olarak da 11 Ana prensip metotların içindeki 4 prensibin tekniksel uygulamasını hayatın normal olağan akışına uygun bir şekilde kullanarak huşu-huzur içinde günü Allah (C.C.)’ın bizden istediği yaşam biçimi ile tamamlamayı sağlar.

‘SÂDİKAT’ ile ‘TARİKAT’ Arasındaki fark!

‘SÂDİKAT’ ile ‘TARİKAT’ arasında ki aslında hiçbir fark yoktur. İki uygulama da Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) tarafından başlatılarak günümüze dek devam eden metotsal ve tekniksel uygulamalardır. Hayatın kendi içine yönelik entegre edilmek suretiyle insan yaşamına İslam dininin takdir ettiği ölçüsündeki koşullara uygun bir biçimde yaşamı sürdürmeye vesile olan tercihsel bir yaşam biçimidir. Ancak, Tarîkat (mukaddes yol), günümüz koşullarına bağlı ve konjonktürler gereği toplumsal ve kitlesel dengeleri korumak adına gaye-emellere alet edilmiş, bu nedenle, kutsal-mukaddes olan ismi de zihinlerde bulandırılmıştır.

Tüm bu sebeplerden dolayı dünyanın hemen hemen tüm coğrafyalarında insanlar, topluluklar, gruplar ve aileler kutsal-mukaddes olan bu ismi (TARİKAT) günümüzdeki gelişmeler nezdinde oluşan olumsuz algıdan dolayı, dillendirmeye ve içinde bulunmaya korkmuş ve artık uzaklaşarak etrafını da bu tutum ve davranışı sergilemeleri için imtinâ etmiştir. Tarikat nefsi terbiye eden uygulamaları varken, insanlar kutsal-mukaddes olan bu varlığı nefsi ve menfi çıkarlarına göre kullanmak suretiyle diğer insanların nazarında kıymetini yitirmesine sebep olmuştur. Ne yazık ki kutsal/mukaddes olan bu yol (TARİKAT) artık insanlar ve toplumlar nezdinde değerini ve kıymetini yitirmiş ki artık kötü tanımlama ile anılmaktadır.

Kâr amacı gütmeyen gibi görünseler de gelir elde eden STK’ları yöneten holding şirketleri:

İlgili cemaat/grupları “iktisadi teşekkül” (ticari işletme) adı altında kâr amacı gütmeyen, çıkarları doğrultusunda hareket etmeyen gibi görünseler de gelir elde etmek amacıyla kurulmuş olan bir takım birlik-vakıf ve dernekler üzerinden yönetilen holdingler-şirketler vardır. Kaldı ki bu şirketleri yöneten sözde manevi önder/liderlerin de olağanüstü lüks ve şaşalı hayat yaşantıları bulunmaktadır. Kendi yaşamına münhasır elde ettiği kar (gelir) üzerinden mevcut lüks yaşantılarını halen devam ettiren ve ayakta durabilmek için söz konusu haksız kazanç ile elde edilen gelirin düzenli olarak ticari döngüsünü devam ettirmektedirler. Böylece günümüz dünyasında varlığını sürdüren cemaat/gruplarının neredeyse tamamı gelir elde etmek amacıyla gayret göstererek mücadele vermektedirler.

Bugünün tarikat kolları (büyük bir çoğunluğu) manevi ölçüde ve çizgide değillerdir.

Ancak, tarikat (mukaddes yol)’ın ana sermâyesi ise “gönüllü hizmet” esasına dayalı olduğundan ilgili sistematik mekanizma ile çelişmektedir. Tüm bu nedenlerle konjonktürel olarak günümüz koşullarında varlığını sürdürmek zorunda olan gruplar/cemaatler mâneviyat aleminin beklediği ölçüde ve tarikat (mukaddes yol) erkan ve adabının çizgisinde değillerdir.

İşlevsellik şeması tamamen gelir elde etmek ve o gelirin büyük pasta/payesini de kendi bünyesinde kullanmak üzere dizayn etmişlerdir.

Allah dostlarının bıraktığı mukaddes yol-mirası çocukları, torunları veya damatları ‘sözde’ taşıyor

Ancak, bu gruplar/cemaatler önceden doğru istikamet ile tarikat (mukaddes yol) bünyesinde düzenli bir sistem üzerinden toplumsal meselelere ilişkin duyarlılık gösteren, farkındalık adına gayretle, gönüllü hizmetler veren Allah dostlarının da başında bulunduğu sistematik bir mekanizma ile toplumsal ve kitlesel olarak büyük hizmetler vermiş ve dünyadaki hemen hemen tüm coğrafyalarda etkinliklerini sürdürmüşlerdir. (Allah C.C. hepsinden razı olsun.)

Fakat 2000’li yıllara gelindiğinde ve devamında bu Allah dostları bir bir görevlerini hakkıyla yerine getirmiş ve üstlenmiş oldukları sorumluluğun yetkilerini kullanmak sûretiyle gönüllü hizmetlerini başarı ile tamamlamıştır. Dolayısıyla bugüne bakıldığında, ilgili Allah dostlarının bıraktığı misyonu çocukları, torunları veya damatları ‘sözde‘ taşıyor. Ne hazindir ki mukaddes miraslar yarınlarımızın teminatı olan yeni nesil çocuklarımıza kötü örnek olmuş, ancak mukaddes yolun liderliğini liyakat (müsadeli) olan ehli yerine söz konusu kişiler tarafından işgal edilerek yıpratılmış ve dejenere edilmiştir. Bu sebeple de tüm toplumlar nezdinde kötü anılmış ve uzaklaşmalarına sebep olmuşlardır. (Allah C.C. hepsini hidayetle ıslah etsin. AMİN.)

Ancak, birinci-ikinci derece çember-yakınında bulunarak Mürşidinin huzur-rahatlığı için “gönüllü” olarak hizmetine kendilerini adamış derviş-ihvanlar meselenin dışındadır. “Bal tutan parmağını yalar” düsturu ile onlar da Mürşidlerinin kazanım-maneviyatından faydalanarak nasiplenmişlerdir. (Allah C.C. o derviş-ihvanlardan razı olsun. AMİN.)

“Mehdi gelecek ve bizi kurtaracak. Allah cc. da nûrunu böylece tamamlayacak…” diyenler, kolaya kaçıp gününü kurtarmaya çalışıyorlar.

Allah dostlarının başlattığı veya sürdürdüğü tarikat (mukaddes yol) makamın da yeni lider sıfatıyla oturmak sûretiyle de yetkilerini etrafındaki tertemiz niyetli ve samimiyetle hizmet verenlere yönelik lider/önderlik yapmaktalar. İşte tam da buradaki duruşun adı ‘manevi makam’ değil, keyfi tercih ve uygulamalar üzerinden başlatılan misyona ait yolda, kendi arzuları ve kendilerine ait kriterlerle hareket etmektir. Günümüze dek de böyle gelmiş ve ne yazık ki halende böyle devam etmektedir.

“Ayrıca, her alim, ulema veya bilgin bilir ki, Allah cc. Nûrunu tamamlayacaktır. Ancak, Ahir zaman dediğimiz bu zamanlar da Allah (C.C.)’ın nurunu tamamlayabilecek şekli, şeması veya sistemi toplumlar arasında henüz bilinmemektedir!..”

Sorulduğunda ise, her bir cemaat/grubun verdiği cevap hemen hemen maalesef aynıdır. Şöyle ki; “Mehdi gelecek ve bizi kurtaracak. Allah C.C. da nûrunu böylece tamamlayacak…!” şeklindedir. 

”Oysa ki mücadeleci toplumlar veya gönüllü hizmet erleri de şunu çok iyi bilir ki, cefasız vefa, gayretsiz himmet/medet asla olmaz!”

Ayrıca, toplum içine karışarak bir hayat sürmemiz gerekiyor. Aksi taktirde belli bir adreste oturup beklemek en kolayı ve en rahatıdır. Oysaki Allah (C.C.), “huzur-rahatlığı cennete koydum” diyor! Hazıra konulmaz. Taşın altına elini ve dair gövdesini koymadan bu kutlu ve mukaddes (TARİKAT) yolda yürünmez. Kaldı ki yol (tarikat-mukaddes yol)’da yürümek bir kenara, bir de sözde yolun kurucusu, önderi ve lideri gibi hareket ederek, etrafında kendisine inanmış ve samimi niyetle gönüllü hizmet verenlere yönelik ‘patron-ağalık sistemi’ gibi davranarak kul/yetim hakkına girmek sûretiyle önemli gelirler temin ederek, günlük geçimini sağlamak asla doğru değil!..

“Oysa ki, Allah dostları tarikat (mukaddes yol) ve kutsal davasına hizmet verirken kâr amacı gütmemiş, aksine evindeki bulunan son bir tas çorba ile cebindeki son birkaç akçesini dahi tereddütsüz feda etmişlerdir.” (Allah C.C. onlardan razı olsun)

Günümüz Tarikat kolları ve yöneticilerinin yaşam tarzı ve felsefesi:

Tarikat (mukaddes yol), lüks araçlara binerek, etrafında onlarca hazır kıta korumalarla dolaşan, emekçi işçilerin askeri ücretle bile alamayacağı üzerindeki elbiselerle, her gün iki üç paket sigara tüketen ve bir iş yerinde sigortalı çalışan bile olmadan ve alın teri dökmeden, helal kazanç sağlamayan kişi ve kişiler tarafından yönetiliyor. Sözde tarikat (mukaddes yol) kolları ancak cemaat/gruplardan oluşan topluluk önderlerinin yaşantısı ile İslam hukuku (ölçüsü) ile çelişmektedir.

Tüm bu haksız kazanımlar üzerinden bir de üstüne üstlük tüm hayatını yamalı bir entâri, eski hasır bir yatak ve gününü birkaç hurma ile geçirmek zorunda kalan Peygamber efendimiz Hazreti Muhammed (S.A.V.)’in hayatından, yaşamından örnekler vererek etrafına sözde nasihatte bulunmaktalar. Sohbet bitiminde ise tekrar o şaşalı ve baş döndüren olağanüstü yaşamlarına da yine geri dönmekteler. Tarikat (mukaddes yol) bu olmaz. Olamaz. Olmayacak da!

Üzülerek kaygı ile gözlemliyoruz ki, Bu kişiler kendilerine Gavsul Azam, Kutub ve 100 yılda bir gönderilen (Kâinatın yöneticisi) Müceddid! Makamı gibi kutsal (mukaddes) ün-titir gibi kazanımları kendilerine ne yazık ki atfetmekteler.

”Tüm bunlar yetmemiş gibi bir de; Birbirilerine yönelik çeşitli ithamlarla, dinsizlik ve yoldan çıkmışlıkla suçluyorlar!..”

Her ne kadar 12 Tarikat ve dair buna bağlı kolların ayrık yönetim-yöntemi var ise de bunların içerisinden sadece bir tanesinin dahi kendi içindeki kollar arasında bile ihtilafa düşmeleri, birbirlerine çok kötü sözler ve ithamlar da bulunmaları mukaddes olan bu yollar (Tarikat)’a zarar vermiş, sergiledikleri bu tutum ve davranışların sonucunda mânevî büyüklerimizin zor olan uygulama ve vecibelerini 1400 yıldır özenle, gayretle ve fedakarlık ve cefakarlıkla sürdürülerek bizlere dek getirilen ‘Tarikat’ gibi mukaddes bir kelimeyi artık kirletmişlerdir. Şeytanı unutup birbirlerini taşlamışlar ve hâlen bu acımasızca tutum ve davranışlarını devam ettirmektedirler.

Tarikat ismini ve dinamik yapısını tahribat ederek yok ettiler!

Tarikat usûlü ve tasavvuf geleneğini suistimal ederek menfi çıkarlarına kullanarak terimsel dinamikliğini ve tekniksel temel yapısını tahribat ederek yok ettiler. 

Tarikat ve tasavvuf geleneğini manevî ve dinamik yapısından çıkarıp ata-dedelerinden kalma bölgesel, geleneksel, örf ve adetleri ile karıştırıp tahribatı gün geçtikçe daha da içinden çıkılamayacak duruma getirmek suretiyle günümüzdeki ‘bitik’ haline getirmişler ve toplumların nefretle bakmalarına ve bu nedenle de uzaklaşmalarına sebep olmuşlardır ne yazık ki!..

“Emr-i bi-l ma’rûf nehy-i ani’l-münker” farzdır ancak, kitlesel karşıtlık ve konjonktürel nedenlerden ötürü açıklanması gereken gerçekler yarım kalıyor!

Muhammed Bahauddin Şah-ı Nakşibendi (K.S.A.), Müceddid-i İmam-ı Rabbani (K.S.A.), Gavs-ul Azam Seyyid Abdülkadir-i Geylani (K.S.A.) Seyyid Ahmet er-Rufai (K.S.A.), Ebû’l Hasan eş-Şâzelî (K.S.A.) ve Şeyh Ebû Abdullah Sirac’ed-Dîn Ömer bin Ekmel’ud-Dîn-i Lahicî Halveti (K.S.A.) gibi büyük Alim-ulemalar nasıl ki bir farklılık ile gelip yenilikçi bir biçimde yeni bir yol haritası oluşturmuşlarsa, Sâdikat ( Sadıklar Yolu)’ın kurucu eğitmeni Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) de işte tamda böyle bir rol-görev üstlenmiştir. Kaldı ki o dönemlerde de kurdukları dengeleri bozulacak endişesi ile karşı çıkanlar, itirazlar edenler ve kabul etmeyenler olmuş. Aynı endişe ile bugün de itiraz edenler, kabul etmeyenler ve karşı çıkanlar olacak, belki yarın da… 

”Zaten tüm alim-ulemalar bilir ki bu uygulama da bir peygamber sünnetidir.”

Tıpkı Hazreti Resulullah efendimiz (S.A.V.)’in fetret dönemi ve öncesi yaşananların üzerine getirdiği farkındalık ve yenilikçi tertibat-uygulamalar ile tüm insanlığa rahmet olması gibi. Usul ve yöntem böyle olmasaydı eğer az önce sıraladığımız büyük alim-ulemalar da “yeni bir kimlik ve yeni bir yol haritası getirdik” demezler-diyemezlerdi.

“Burada önemli olan tebliğin içindeki mesaj ve iletilenlerin kamuoyu-muhatabına ulaşmasıdır. Gayret-hizmet bizden, takdir-nasip Allah (C.C.)’tan dır.”

Şimdi bu iki yaşantının arasındaki farkın ölçüsünü ve birbirinden ayrımını da kamuoyu vicdanına bırakarak “iyiler iyi atlara binip gittiler’ sözünü yineleyerek, meseleyi sonlandırarak konuyu maalesef kapatıyoruz.

Evrensel sorumluluk ve yükümlülük niteliği bulunan bu konu hakkında, ulusal ve uluslararası siyasal arena ile coğrâfî ve bölgesel alandaki politik mecrada uydurulmuş (tutturulmuş) dengelerin yerinden oynaması, tehditler ile olası ayaklanmalar ve tehlikeli durumlara mahal vermemek üzere önleyici tedbirler kapsamında meseleyi uzatmıyoruz.

Ancak “Emr-i bi-l ma’rûf nehy-i ani’l-münker” farziyet’i gereği sadece tebliğ etme sorumluluğuna münhasır açıklamayı bu haliyle kamuoyunun önce vicdanı takdirine akabinde de tercihine bırakıyoruz.

Zaten hali hazırdaki düzenle gerçek usul ve yöntemler suistimal edilerek yıpratılmamış olsaydı ve buna bağlı Tarikat geleneğinin kurumsal kimliğine de zarar gelmeseydi eğer topluluklar, Tarikat ismini duyunca ürkmez ve kaygı-endişe ile uzaklaşmaz ve her şey güllük gülistanlık olurdu. Yeni bir yol, yeni bir kimlik ve yeni bir isme de ihtiyaç olmazdı.

Peygamber efendimiz hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V.) ile başlayan ve ”Sâdikat” ( Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’ye kadar gelen silsile isimleri sırasıyla şöyledir:

1 – Hazret-i Muhammed Mustafâ (sallâllâhu aleyhi ve sellem)

2 – Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk (radıyallâhu anh)

3 – Selmân-ı Fârisî (radıyallâhu anh)

4 – Kâsım Bin Muhammed (rahmetullâhi aleyh)

5 – Câfer-i Sâdık (rahmetullâhi aleyh)

6 – Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullâhi aleyh)

7 – Ebû’l-Hasan Harakānî (rahmetullâhi aleyh)

8 – Ebû Ali Fârmedî (rahmetullâhi aleyh)

9 – Yûsuf Hemedânî (rahmetullâhi aleyh)

10 – Ebu-l Abbas Hz. Hızır (aleyihisselam)

11– Abdülhâlık Gucdüvânî (rahmetullâhi aleyh)

12 – Muhammed Ârif Rîvgerî (rahmetullâhi aleyh)

13 – Mahmûd Encîrfağnevî (rahmetullâhi aleyh)

14 – Ali Râmîtenî (rahmetullâhi aleyh)

15 – Muhammed Baba Semmâsî (rahmetullâhi aleyh)

16 – Seyyid Emîr Külâl (rahmetullâhi aleyh)

17 – Bahâüddîn Şâh-ı Nakşibendi (rahmetullâhi aleyh)

18 – Alâüddîn Attâr (rahmetullâhi aleyh)

19 – Yâkub-el Çerhî (rahmetullâhi aleyh)

20 – Ubeydullah-el Ahrâr (rahmetullâhi aleyh)

21 – Muhammed Ez-Zâhid (rahmetullâhi aleyh)

22 – Derviş Muhammed İmkenegî (rahmetullâhi aleyh)

23 – Hâcegî Muhammed Semerkandi (rahmetullâhi aleyh)

24 – Muhammed El-Bâkī Billâh (rahmetullâhi aleyh)

25 – İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî (rahmetullâhi aleyh)

26 – Muhammed Mâsûm Serhendî (rahmetullâhi aleyh)

27 – Muhammed Seyfüddîn Serhendî (rahmetullâhi aleyh)

28 – Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî (rahmetullâhi aleyh)

29 – Mirzâ Mazhar Cân-ı Cânân (rahmetullâhi aleyh)

30 – Seyyid Abdullah Dehlevî (rahmetullâhi aleyh)

31 – Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (K.S.A.)

32 – Mevlânâ Osman Siraceddin (K.S.)

33 – Mevlânâ Şeyh Ömer Ziyaüddin (K.S.)

34 – Mevlânâ Muhammed Necmeddin-i Kübra (K.S.)

35 – Şeyh Baki Hocaefendi (K.S.)

36 – Kutb-ul Aktab Şeyh Bedir Karahan (K.S.A.)

37 – Mevlânâ Mürşidi Kamil Hüseyin Gümüş (K.S.A.)

38 – Mürşid Dr. Rashid İbrahim Haake (K.S.A.)

KAYNAK; TANER AKKUŞ

SİLSİLEYİ KASİDE/İLAHİ OLARAK DİNLEMEK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN

https://youtu.be/S7a4GcRr60w?si=eS1nvMnOH6HpdaLa

KAYNAK; TANER AKKUŞ

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve nethaberler.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.